31 Ağustos 2012 Cuma

koşardık biz

biz koşardık bir de. hem de öyle koşardık ki, kimse yakalayamazdı hüzünlerimizi. öyle çocuktuk. otursak ağlasak bir tokatta annemizden yerdik. yanımızda yürüyen gölgeler gibiydi, sayfa sayfa geçmişimiz. biz dursak br çeşme kenarında o bir sigara yakardı. üflerken yaşanmış dumanı, kafasını eğip ateşine bakardı yanan sigaranın. sanat gibi dururdu.

sonra biz bir de koşardık. şehir silinirdi, bulanık bulanık yanımızdan akardı. belki denize bağlanırdı, belki bağlanmaz. düşünmezdik etraflıca.çocuktuk işte, elma şekeri hala kırmızıydı, bize. başka nasıl anlatılır? 3 top dondurmaydı hayat. birini beğenmezdik şüphesiz. ve çok susatırdı, o yıllarda. sen küçük bir nedime olurdun, biz iğde toplardık gömleklerimize. altımızda kontrapedal bir bisiklet...

sonra iner bisikletten biz bir koşardık. dudakların hala pembe, abartısız, kırmızısız. aklımda yer ederdi. aklımda küçüktü hani. şimdiki gibi düşünemezdim herşeyi. ne zaman düşsen aklıma,durup nefes nefese kalmış numarası yapardım. gölgem durur bir sigara yakardı. dizlerini karnına çekip dumanın ağzından çıkışını izlerdi. çocuktuk bir de. çocukluk erik ağacından erik toplamak, o yıllarda. düşenleri yemeye başladığında büyürsün derdi köyün delisi. üşengeç insanlar oluvermektir derdi. sevmezdim deliyi. hepimizden daha akıllı olmasını kıskanırdım. hepimizden daha iyi yaşamasından belkide. durup dururken ağlayabilmesi ve acımasızca gülüşü. o içten gülüşü... gülüşü çıtır çıtır kağıt helva. dondurması bayram pantolonuna damlıyor...

biz koşardık işte. durmamak aklımıza gelmedi. bir gün düşünceli yürüyenler olduk. elimizde erikler, biraz da yerde. azını kuşlar dişlemiş. üşengeçleşiverdik. elma şekeri, elmaymış az da reçel. o kadar da kırmızı değilmiş işte... büyüdüm, her santimimden utanarak.

eren akgül

ben ölüyorum ve gidiyorum



söyleyemedim ki. yumru yumru gelir diline hani, konuşacak olursun. kararır ya gece iyice. ölüyorum demek istersin. nefes alamıyorum diyesin gelir. fakir bir gülümseme otutturursun dudaklarına. işportadan alınmış sahte mallar gibi sırıtır suratında. herkes bilir hani, söyleyemez, utandırırım diye. insan zaten nerde düşünceli olacağını hiç bilememiştir. sonra, "nasılsın" diye sorarlar. "iyiyim" ders
in. ip üstünde yürür gibi dikkatlisin, ne bir fazla ne bir eksik. ne çok duygulu, ne duygusuz. durursun ciğerlerindeki son hava ile ve iliştirirsin kenarına. tek bir sözcük, tek cevap, kesin! "iyiyim"... bir balık ne kadar oksijen taşırsa o kadar iyisindir. bir zaman makinesi ne kadar gerçekse, o kadar iyisindir. ne kadar hayalse o kadar arzuludur iyi olma isteğin, iyi olabilme isteğin. diyemediklerimiz var hayatta. diyemediklerim
iz mezar taşlarımız bizim. tarihleriyle, tüm beyazlıklarıyla, isimleriyle. yürüyoruz işte taşlarımız ellerimizde... söyleyemediklerimizle...

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 Ağustos Zafer Bayramı (Fotoğraflarla o adam!)

“Ulusumuz, burada kazanıp kutladığımız zaferden daha önemli bir ödev peşindedir. O ödevin yerine gelmesi, o zaferin de kazanılması, ulusumuzun ekonomi alanındaki başarılarıyla sağlanmış olacaktır. Bilirsiniz ki ekonomik bakımdan çelimsiz bir varlık yoksulluktan kurtulamaz. Güçlü bir uygarlığa gerçek yeniliğe ve mutluluğa kavuşamaz. Toplumsal ve siyasal yıkımlardan yakasını kurtaramaz. Ülkenin yönetimindeki basan da ekonomi alanındaki olanaklarla orantılı olur. Hiç bir uygar devlet yoktur ki ordusundan ve don

27 Ağustos 2012 Pazartesi

pia












akşam çiçeklerinin esintisi...
yorgun balıkçının, yosun kokan iğnesi.
ellerin, biraz uzak bir sahil kasabası,
biraz kumsal ateşi...
pia,
ıslak dudakların tanrıçası...
çekilmemiş o nefes.
yanan sigaram, koşan dalgam.
bakışlarında uçan balonlar,
biraz bulut, biraz umut.
pia!
kaçışların!
ve yorulmalarım...
bir kumsal ateşi, elimde son sigaram.
karşımda o dalga...



eren akgül

eskiye dair bir alıntı

"ona ceketimi verme önerimi reddetti, belki de onun dünyasında mevsim yazdı"

yurt çocuğu

yurt çocuğu teknik olarak bir insan türüdür. araştırmaları devam ediyor bazı evrimciler yurt çocuğunu öğrenci ile öğretmen arasında bir "araform" olarak olarak savunsada bunun şu an sadece bir teori olduğunu unutmayalım. tabiki bazı bilim yandaşları kyk gibi müzelik yerlerde kolayca rastlayabilceğimizi düşünse de dediğimi yinelemek boynumun borcu; devam eden bir araştırmadır... 

aşk üzerine gereksiz bir sohbet

galiba sadece soyut dediğimizde yanılgıya düştüğümüz hayatımızın tuzak sorusu çoktan seçmeli , tek cevaplı inanılmaz sınavlarından biri diyebilirim. aşk , söylerken bile durmadan size bir şeyleri hatırlatan , birilerini yansıtan o eşsiz kelime... bir alıntıyı kafamda derleyerek , kendime göre yorumlayarak devam etmek istiyorum... aslında alıntı değil de bana hissettirdikleri desem daha doğru olur , beni düşünmeye ittiği şey?

durmadan dışarı çıkar ve onu ararız... kimi , neyi? bize ne hissettirmesini isteriz? yahut ne istediğimizi biliyor muyuz? etrafımda aşka inanmayan, aşkı kötüleyen ve beceremeyip aşk yok , ya da bu mu lan aşk diyen o kadar çok insan var ki... ama ben bu olmayan ilişki çöplerimize demek ki aşk değilmiş ki geride kalmış demek istiyorum ...suçu aşka atmak bence ibnelik olur. bence herkesin kafasında bir aşk var. bir tanım ve hatları belli bir hayatının aşkı portresi... hepimiz okulda , bahçede , nette , sokakta , hatta sözlükte onu arıyoruz... ve tanışcağımız günü bekliyoruz demek hata... en büyük hata bu belkide... kafamızda o belli , biz ona en yakını arıyoruz zaten... yani zaten tanıyoruz hayatımızın aşkını.. o zaman topluyorum son olarak..

insanlar bir gün hayatlarının aşklarıyla dışarıda bir yerde tanışmazlar... insanlar zaten tanıdıkları aşklarıyla bir zamanda bir gün bir şekilde karşılaşırlar...


eren akgül

nazım hikmet'i hatırlayınca

basit yaşayacaksın, basit.
mesela susayınca su içecek kadar basit...
dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi...
sevince lafı dolandırmadan söylediğin "seni seviyorum" gibi.
basit bir öpücük yetecek sana...
basit, sıcak bir öpücük; ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm 
düşlerin.
o öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
öpücük için yiyeceksin, hayatının dayağını.
kabak çekirdeği verecek, sana rakamların veremediği mutluluğu.
el yazısıyla yazılmış, eğri büğrü bir mektup olacak,
en değerli kağıdın, hep yanında taşıdığın, atmaya kıyamadığın.
iki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
kısacık olacak uyanman ve yola çıkman arasında geçen süre;
kısacık olacak sıcacık kollara dolanman ve
kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını; bakışların bile 
anlatabilecek kendini.
beklentilerin de basit olacak, kaf dağı'nın önünde bekleyecek 
mutluluklar.
bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana en ucuz romanını;
pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

bir kaşarlı tost olacak aradığın, nasıl oturacağını bilemediğin 
sofrada,
parmakların en kıymetli çatalın, yine, aynı parmaklar çözecek en 
karmaşık denklemleri.
iskender'in kılıcı duracak, avukat rehberinin yanında.
bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana, kontraplak bir gitarda 
doğru basılmış bir fa diyezin mutluluğunu,
makyajı, ilk "a"sına kadar bilmen yetecek, temizlik kokacak en pahalı 
parfümün.
"bilmiyorum" diyebileceksin bilmediğinde ve çok normal olacak 
"bilemeyişin".
tek dereden su getirmen yetecek, bir "istemiyorum" diyebilmeye,
ne durduğu fark etmeyecek abanın altında.
saatin, sadece saati gösterecek,
telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın,
küçük bir not defteri olacak, "bilgini" en hızlı "sayan".
basit yaşayacaksın, basit.
sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit...
çay, simit ve peynirle...



nazım hikmet













domattez'in son yayınında hatırladım teşekkür olsun burdan.

26 Ağustos 2012 Pazar

Úrsula Maria



alıp götürür

ah muhsin ünlü

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu  ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi tül darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

jurnal kısa film ve üstüne karalamalar



birbirine sessizce dokunan hayatlar... birbirinden bağımsız ve kesişen yollar, bu zaten hayatı basitçe tarif etmek aslında. görünmez iplerle bağlıyız birbirimize. bir gülümseme otobüste, hiç tanımasan bile, gevşetir kaslarını, istemsiz sırıtırken bulursun kendini. hiç üzgün birini farkedip düşünmediniz mi, ne hissettiğini? ya da bazen yaşadığınız benzer bir ana gidivermediniz mi? gider insan. belki de gitmeye bu kadar aç olduğu için. belki de hiç gidemediğimiz için. istemez mi insan geri dönüşü olmayan bir yolculuk? cam kenarı, ne tam önde olmalı ne en arka. mümkünse sağda gitmeli insan.  izlemeli akarken pencereden gidemeyenlerin kurduğu hayatı. belki beş saniyeliğine gurur duymalı hatta. 

sessizce değer omuzlarımız diğer insanlarla. öpüşmeye utanırız elbet. ama aynı havayı alır veririz şüphesiz. nefes ise hayatın bir başka tanımı. hayatlar alırız dudaklarımızdan ta içimize ve kendimizinkiyle karıştırır geri veririz. bir biyoloji öğretmeni söylemişti bunu belki birden fazla, farketmez. kalır insanın içinde hep bir hava. biraz kalmalı zaten. tutunacak kadar en azından.

her hayat geçer o otobüste bir yer bulur kendine. bir fahişeyle bir bakire aynı koltuğu paylaşır. kalçaları değer biraz biraz. kimse bilmeden sever veya nefret eder o vasıtada. herkes, her yüze bazı hayatlar yerleştirir. yürütür onları, konuşturur onları hatta seviştirir onları hayalinde. aynı havayı solurlar işte. belki de bu yüzden vardır pencereler, camlar. o kadar karışsın istemez büyük adamlar, yöneticiler. o kadar karışsın istemezler hayatlar, birbiri içine. o yüzden kışın daha kasvetlidir otobüs insanları. çöker onca yaşanmışlık ciğerlerinden, sol yanlarına. açıldı mı yazın camlar, neşelenir insanlar. hafiflerler atınca onca anıyı omuzlarından. ya yaşlılar? açtırmazlar kimseye o camları. kireçlenmiş omuzdan ya da hastalıktan değil! hep öyle söylerler ama inanın bana değil. yaklaştıkça sona, daha fazla dokunmak isterler, daha fazla tutunmak. gitmesin, isterler o hayatlar. sarılıp uyuklamak gibisi var mı? 

birbirine sessizce dokunur hayatlar.sessizce ayrılırlar yandımı "duracak" yazısı. en az kelimeyle olur terketmeler o otobüste. o yüzdendir uyuma numaraları, o yüzdendir okunan kitaplar. daha fazla dokunuştan korkar insanoğlu, korkarız işte. 

eren akgül

bugün sohbet edeceğiz sizinle

Bugün biraz sohbet edeceğiz sizinle. gerçekle bağlantınızı kopardığınız anlar olmuştur kesin. biraz oturup düşünürüz. hatta bazı anlar olur ki sadece oturur düşünürüz. bugün sadece aşklardan değil muhabbetimiz. bazen devletler, hükümetler sıkar canımızı bazen eş, dost, akraba... yahut tutar bir reklam müziği uçurur gider sizi gerilere, eskilere, olduğunuz ama o an olmamanız gereken yerlere. forbidden zone!

bugün biraz konuşacağız. bomboş konuşacağız ama can sıkıntısından değil, beynimizin ağırlığından. her kıvrımında ayrı ayrı can çekiştiğimiz günlük saçmalıklarımızdan. mesela ip atlayan çocukların hırkalarını düzelteceğiz bugün. gidip yanına ben obsesifim, çocuk! düzelt yakanı diyeceğiz. hiçbir şey anlamayacak ama düzeltecek. hergün hiçbir şey yapmadan uyduğumuz kurallar gibi. ya da napalım biliyor musunuz? bugün toplantılarımıza pijamalarımızla gidelim. o james bond tipi çantanın modası geçsin bugün. renkli renkli heybelerimiz olsun. makyaj yapmayalım misal bugünlük. bugün herzamankinden fazla sevişelim bir de. bugün o hiç yapamadığımız fantazileri de konuşalım. sapık mısın oğlum sen diyelim birbirimize, yada kolunu cimcikleyelim arkadaşımızın 'kız sen ne aşifteymişssin' diye kıkırdayalım. yapalım bunu.

devlet dedik ya biz. bak nerelere geldik. suriye'yi bugün gündem dışı etmeyelim. sevgiliden gelen mesajdan daha fazla önemi olsun bugünlük. empati kuralım. mültecileri düşünelim, düşünelim ama iki taraflı. misal çok büyük maddi külfet bize. diğer yandan insani bir gereklilik belkide. arada kalalım. bu arada kalış farklı olsun ama. bu kalış farklı baktırsın gözleri, anlamlı ya da adı herneyse. siyahi başkanı bir kerede biz yorumlayalım örneğin. futbol konuşmak yasak olsun bu gece.

deli gibi içelim sonra. sokağa çıkalım, ilk gördüğümü güzel kıza, ne kadar güzel olduğunu söyleyelim. ama karşılıksız. ama hiçbirşey beslemeden. sadece takdir etmek gibi. yıldızlı pekiyi gibi, kırmızı kalemle. o kız bizi hiç yanlış anlamasın mesela, surat yapmasın, popocuğu nümerik anlamda yerden yükselmesin. gülümsesin bize. biz onu tekrar görmeyelim.

yolun hem sağından hem solundan gidelim bugün. sinyal vermeyelim dörtlülerimiz yansın. ne sağcılar kırılsın bize ne solcular, orta yolcular da onlardanız sanmasın. bu dünya'ya yanlış geldik izlenimi verelim. dörtlülerimizi yakalım, her an arıza verecekmiş gibi korksunlar bizden. bilmiyorum bugün farklı geçsin işte diğerlerinden. bilmiyorum bugün bizim resmi tatilimiz olsun. ama olsun ...

eren akgül

2012 Newport Beach Film Festivali Trailer


23 Ağustos 2012 Perşembe

geriye dönen tekerlekler

yalnızlığını yanına almış iki kadın. birbiriyle bir o kadar uyumlu ve bir okadar birbirinden habersiz. karşılarında gelecek, bir bebek arabasında. ama yaşlılık daha yakınlarında. geleceğin önünde. ea

hayaller, geriden gelen



hayallerimiz vardı dönüp bakabildiğimiz. bazen sadece hayallerimiz vardı hatta. elimdeki sigara nefessiz kalmadan hemen önce dönerdim yıllar öncesine. o bakışımı unutamam hiç, tozlu vitrine bakarken bulurum kendimi. hayallerin vardı derim, hayallerimiz vardı derim. neredesin şimdi derim. ateş ararken kareli gömlek cebimde, yeniden. bazen gülümserim, bazen durulurum. ama unutamam ama tozlu vitrindeki yansımamı, o bakışımı...

eren akgül

çocuk

ağlayamayacak kadar büyüktü hayatlarımız. erken yaşlanır bazı devrin çocukları. erken öğrenir değirmen taşlarını bizim yaşıtlarımız. kimseye kırılamaz, küsemez bizim devir. sonra bir savaş çıkar ırak ellerde. çocuk yüzlerimize siyah boyalar sürülür. şanslıysan soğuk demirler asılır omuzlarına bazen ağaç bir sapan. lastiği, don lastiği. kıçı açıkta geçer bizim devrin çocuklarının. modasında değil, sapanındayız, taşındayız. şimdi sana nasıl anlatayım çocuk? sen 2000'li yılların temiz yüzlü ufaklığı. nasıl anlatırım yiten devletleri, koparılıp gelmiş düşman çocukları, bazı babaları. biz de babalar öpmeden severler ve nasırlıdır elleri. nasır bir madalya gibidir hayattan onlara. çatlaksa parmak uçları, akşama üzüm var çorbadan sonra, bilirsin. şanslıysan bir de sabaha helva. 

yadırgamaz bizim yılların çocukları. umursamazlık değil, şımarıklık yada. "kabullenmek" belki doğru kelime. sana nasıl anlatırım ki bunları, küçük? oyuncaklar yoktur bizde mesela. ama at seyirtiriz hendek gölünün arkasında. kimse görmeden, kimseye görünmeden, onlara anlatılır ilk aşklar. zaten aşklar hep ilktir bizim dönemde çocuk. ikinciye ya sen yetişemezsin, ya sevdiklerin. at üstünde geçer önünden, bir de duvak, beyaz. beyaz, yüzümüzün karasını örtmek için belkide. sonra bir de analar vardır. hiç konuşmayan. onlar öperek de severler hani. zaten analar her devirde aynı sanki. hep kucağında taşırlar yavrularını, çok mecbur kalırsa sırtına bağlar, yemeniyle. ama yakın tutar sıcaklığına. elinden gelse hep karnında taşır "ana" dediğin. devir ne olursa olsun analar ayrı sever, aynı sever. 


eren akgül

1930

Yorgun bir ülkenin genç çocuklarıydık belkide.  "you are my lucky star" şarkısını mırıldanırken gördüm seni. Aşka aç yirmiliklerdendik. Sevmeyi değilse de sevmeyi düşünmeyi unutmuştuk kuşkusuz. Utanırdık bir de. Belki bir ben utanırdım ama ne farkeder? Yıldız Sarayından bir geçtin sen, bende tüm enkazlar dalgalandı. 2. Abdulhamit'e bir şair demişti hani, bilir misin? "Ayakta duramaz haldeyim".  Biz yeniliklere alışık değildik, sende değildin belkide. Annemiz vardı kadın kelimesinin karşılığı, bir de yollu kadınlar, İstanbul sokaklarında. Biz öyle kadın bacağında yatmadık frenkler gibi. Zaten nerde bir bacak görsek döndük arkamızı yada kapattık. Koca Ayasofya'yı da kendimize benzetmedik mi biz sevgilim? Örtmedik mi üstünü minarelerle... Ne denir? Ayakta duramaz haldeydim. Ne denir? Kalbim ayrı atmıştı, ben bilirim. sen göz ucunla bakardın yıldız sarayının önünde. Saçların aklım kadar dalgalıydı sonra, bolca esintili. Bilmem uydurdum, bilmem gerçek, kokun vardı bir de senin. Kokun sabahları daha çok açan, akşam çiçeği. Aramızdan 3 kağnı geçerdi eminim ama kokun vardı senin, diğer kadınlardan farklı, kokun vardı ta yanımda, kollarımda.

Yorgun şu ülkenin genç çocuklarıydık. Mırıldanamaz olmuştum herhangi şarkıyı. Seni görmüştüm işte. Var mı ötesi? Yirmili yaşlardaydık, sevmeyi bilmez miydik, bilirdik elbet. Utanırdık ama işte. Ah utanmasa insan. Utanmasa gitse, tutsa ellerinden koştursa seni Galata'nın etrafında. Bir rum ressam görsek karşı sokakta, çizdirsek kolkola ilk resmimizi. Belki senin bacağında benim başım. Öyle ya bacağında vardır senin. Ayrıdır kokusu etinin. Anne gibi kokar mı hiç sevgili. Daha şekerli olsa gerek senin kokun. Bıyıklı üstadların macun şekeri gibi... 

Duruyordun Yıldız Sarayı'nın önünde. Kaçıp duran bakışların vardı. Saçların kadar kıvrak bakışlar. Koşsam saltanatlar yıkacakmış gibi duruşun. Savaaşçıymış senin anan. Çok kağnı çekmiş tepeye belli. Belli işte duruşundan, anlamam mı ben? Bizde de hiç bıyık çıkmamış anasını satayım. Buramadım karşında, süzemedim seni. Gerçi nasıl süzülür bilmem ki. Nargile'de kabadayıların anlattığı kadar bizim tecrübemiz. Ama sevmek öyle mi? Sevmeyi bilirim işte ben. Hem ne diyor şair? "Ayakta duramaz haldeyim"

Sonra sen gittin, Yıldız Sarayı döktü yapraklarını. Ben oturdum laleli bir çeşme yanına. Tütün sardım içer gibi. Öksüre öksüre seni düşündüm. Bilmem belki görecektim seni tekrar, bilmem günlerce saçlarını anlatacaktım tophanede. Saçların ayrıydı çünkü, deniz dalgası gibiydi, karaydı, sudan berraktı. Kokun vardı sonra... Kokun hiç gitmedi aklımdan. Ne diyordum ben, birşey yapıyordum sanki. Bir şarkı mırıldanıyordum hatta, you are my lucky star. 

eren akgül

Jan Garbarek - Hasta Siempre


anılarda sıkışmak

Sıkışıp kalmak anılara. Büyüyememek... Aklının bir köşesi hep tozlu ve sevdiğin bir toz hani. Üzerinde eski sevgililerin ayak izleri. Sıkışıp kalmak anılara, gelecek otobüsü gelmeden kaçırmak hatta. Asıp gökyüzüne tüm hatıraları, rüzgarda izlemek yalınayak... ea

22 Ağustos 2012 Çarşamba

"o"

dudaklarımda bir kurum tadı yıllanmış toz gibi. zihnimde çağrışımlar. aklımda "o". "o" ki tamamlanmamış bir heykel ellerimde. "o" ki gölgesi verilmemiş bir resim. ondandır ki arar dururum aşkı sokaklarda. gölgesi tek çiftler görüyorum, kıskanıyorum. yok hayır kıskanmıyorum. tamam kıskanıyorum... ama o kış gecesi nefesimde buharlarla geçtin ya ömrümden. ben ondan sonra ne nefes aldım, ne suyu o kadar karizmatik buldum. ben, sokakta elimde pet bardağımla bütün, içinde kahvem. öylece oturuyordum... sen geçiyordun... ne ben kalktım dur dedim. ne sen durmak istedin. hiç tanışmadık, evet tanışamadık. sen yarısında uyanılmış bir rüya. sen yarım bırakılmış bir heykel, sen şimdi çamur. sen şimdi arkasına notlar alınmış müsvette bir resim kağıdı. ben öylece oturuyordum sense geçiyor...

eren akgül

sevgili günlük

sevgili günlük; bugün bir sigara yaktım, bilirsin sigara kullanmam. efkarlanmak değil de ne bileyim işte çekti yahu canım! dedim aklına ne giliyorsa yapacaksın bu hayatta. pipomu temizledim sonra can sıkınıtısına, biraz daha "black magic woman" dinledim. o devirleri düşündüm, sonra kendimi kandırmaya devam ettim sıradanlaşsın diye günüm. sıradanlığı sevdiğimden değil, sürprizi sevmediğimden değil yahut heyecanı...korkar oldum bu sıralar değişiklerden.ergen bir gencin sivilcesine baktığı gibi bakıyorum hayata. çükünü yeni keşfeden oğlan çocukları gibi heyecanlı oluyorum bir anımda, sonra birden o geliyor aklıma, yeni sevişmiş gibi gevşek ve pişman oluveriyorum.sonra içli bir nefes çekiyorum ama yaşamak için değil sırf iyi hissettirdiği için çekiyorum ben bu aralar nefesi. oksijenle arkadaş kalmayı deniyoruz, biraz boğucu ama içli dışlı da değiliz sanki.

sevgili günlük bugün sana kızıyorum aslında, nedense hatıralara karşı bir hinliğim var bu aralar. aslında mesele sen değilsin , çocukluk bende işte.hani arkadaşına küser de bir çocuk başkasının onla konuşmasını istemez ya... işte öyle diyeyim , sen anla. hem sen ne işe yararsın? ne cevap veriyorsun bana, ne poh poh yapıyorsun. anca soru sorduruyorsun yarısı içerden, yarısı dışardan.zevk mi alıyorsun allah aşkına? hergün kafamı yastığa koyarken onu düşünmemek için, desenleri mi saymıyorum? yoksa çarşafından , yastığına mal mal bağlantılar mı kurmuyorum? mal mıyım neyim ben günlük? 

sen anca sus, sen anca bak böyle bana !umarım bir gün böyle burnu havada bir kaleme aşık olursunda mürekkepten kusacak olur, kitaplıklardan atlar olursun! kızlık kadar saf görünüyosun ama hatırlattıkların hep mişli mışlı.. cek cak ekinden mahrum... adın gibi içindekiler de günlük.keşke sana geleceği yazsak , keşke olmuşu değil olacağı hatırlatsan bize. ha olmaz mı? belki gaz gelir, belki bir ayrı bakar gözlerimiz.belki daha dikkatli atarız adımlarımızı, belki sokakta kırmızı karolara değil de siyah karolara basmadan yürürüz ömrümüzün bir bölümünde. keşke senin adın günlük değil de başka birşey olsa...



eren akgül

aynı dilek

sigarasını bir böceği ezer gibi özenle ezdi adam. kadınsa çoktan uyumuştu. belki bir rüyanın eşiğindeydi, belki çoktan merdivenleri çıkmıştı, bilinmez... kaşlarını hışırtıyla ovuşturdu adam sonra, döndü kadına devirdi gözlerini. torba torba süzdü bacaklarını... kadının göğüsleri bembeyazdı, onları sıcacık iglolara benzetti adam ve sigarasına hayat verdi.

"neden?" diye düşündü. aynı soru işaretinin etrafında dönüp durması nefes almasını bile kısıtlıyordu sanki.
neden unutamıyordu onu ve neden hayatını böyle parsellere ayırmıştı boş bir hayal için. tutmuş muydu ellerini? söyleyebilmiş miydi sevdiğini? merhaba bile diyememişti belki de. belki de öyle birinin olduğundan bile emin değildi. kıvır kıvır saçlı bir rüyadan mı ibaretti hayatı. daha kaç nefessiz gece geçirmeliydi aynı rüyayı görebilmesi için ve kaç kulaç atmalıydı ulaşabilmek için dizlerinin dibine... adam doğruldu, şarap kokusu yüzüne yayıldı. "hayatta" dedi, sesli sesli... ve devam etti boğuk sesiyle; " bazı anlar vardır ki, ayıramazsın zamandan..." sigarasını dudaklarına sıkıştırdı, bir nefes çekti. " ya uyanamıyorum bu rüyadan, ya da uyuyamıyorum tanrım!" 

kadın yatağında yeni bir yer seçti, tatlı bir mırıltıyla, adam kadehini sıvazladı... kıpkırmızı bardağa baktı, ışık oyunlarını izledi dalga dalga loş aydınlıkta. zihninde döndü parsellenmiş hayatı, unutamıyordu gülümseyen kadını ve hatırlayamıyordu öncesini... kaç yanlış yazı-tura atmıştı. yatağında uyuyan yabancı kimdi, şarabı bitmemiş miydi, hangi yağmurda hangi eli yalnızdı, hangi hayale aşıktı ve hangi uykusuz gecenin rüyasındaydı... elindeki tüm soru işaretlerini attı masaya, boş sigara paketini boğarken. doğan güneşe kırıştırıp suratını onu düşündü. sabahın son yıldızına aynı dileğini diledi sonra. 

kadın çarşafı yüzüne çekti, adam başını masaya dayadı... o kadar...


eren akgül

21 Ağustos 2012 Salı

mathilda

Güneş ufuk çizgisine tecavüze başladığında rujunu taşırdı dudaklarından. Şimdi abartılı bir gülümseme oturtabilirdi yüzüne. bu taşkınlık onu çocuksu kılmıştı. anne olmak böyle olsa gerekti, kimbilir? Anne olamayacak kadar üşengeçti oysa. Sevişirken sıkılır, koyun sayardı Mathilda. Sevmeyi iyi bilirdi, her şeye rağmen. "sevmeli insan" derdi, çoğu sohbetinde. "En azından bunu yapmalı" derdi. 

"En azından" geçince bir cümlede, orada kaybetmişlik sinmiştir derdi eski patronum; moruk jack. Adam değildi, ama doğru söylemişti. Mathilda kaybetmişti. Eteği bile yarımdan öteye gidemezdi, südyen kullanmazdı. İlle bir şey içecekse önce çay söylerdi, sonra su. Teşekkürü çok ederdi, özür dilemeyi huy edinmişti. Oysa özür dilemek de ne hayatta? O kadar çok hatalı insan var ki, ne yüzle özür dilememin sonuna kadar gözlerimin içine bakabilecekler? Bunu yapabilenleri sadece tebrik edebilirim ben. Mathilda şimdi nerdedir?


Güneş, koli bantı söker gibi ayrıldı dağın üstünden, göğe doğru. Kirpiği geceden boyalı kız gözlerini aralayamadıysa da, denedi. iki elini gözlerine istihdam etti. Çırılçıplak geçti gazetecinin önünden. Kırmızı yanmadan durdu sokakta arabalar. Yalın ayak gezindi Mathilda. Tırmanmaya başladı bayonne köprüsünün tepesine. Kahvelerini yudumladı insanlar. Sıcaktı. Mathilda, kamburca tutundu tırmandı ve tırmandı. Göğüsleri sırayla demir desteklere değdiler. Soğuktu. Kalçaları gölgeli gölgeli sallandı. Düzgün biryere ulaştığında. konuşacak diye beklediler. O beklemedi. Bıraktı kendini ve yüzünü... Kısa süre salındı Mathilda. Bir imza kadar hızlıydı, bir fotoğraf karesi gibi yada. Vücudu suyla öpüştüğünde anılardan silindi, insanlar hayatlarına yeni arkadaşlar sipariş ettiler. Yeni çalışanlar için yeni başvurular yapıldı. Yeni sevgililer için birer duş alındı. Eski sevgililer bir süre mastürbasyona maruz kaldı. Dünya kendi etrafında dönmeye devam etti, ara sırada güneşin... Yeni günler doğdu yaşamakta inat edenler için. Durur hala kabarcıkları Mathilda'nın yaşanmışlıklar üstünde...


eren akgül

16 Ağustos 2012 Perşembe

11'e 10 kala

istanbul uluslararası film festivalinde jüri özel ödülü ve altın koza film festivalinde en iyi film ödüllerini almış olağanüstü bir film. filmde ki ana karakter bir koleksiyoncu ve hayatı anlatılan kişi kendi rolünü kendi oynamıştır. ses kayıtları ve sıra dışı bir yaşam olduğu gibi anlatılmış. bir rivayete göre yaşlı amcamız filme kendinden bir şey katmamış yani rol yapmamış direk kendini oynamıştır. izlenesi filmler arasında diyebilirim. nejat işler'i de es geçmemek lazım. bomboş bir insanı bu kadar güzel canlandırabilir bir oyuncu. iyi seyirler!
Kevin :Peki ya aşk ?
John : Çok abartılıyor . Biyokimyasal açıdan çok çikolata yemekten farksız .

somethings wronge:)

something's wrong-e:)

biraz da alıntı-2

''sen gülünce ben de hemen gülüyorum. sen ağlayınca ben de hemen bir sigara yakıyorum. sen pazara çıkınca ben de en azından balkona çıkıyorum. sen bir şey sorunca biraz düşünüp cevap veriyorum ama çoğu zaman yine yanlış oluyor, kimi zamansa susarak boş bırakıyorum o soruyu. sen tartışmak isteyince bildiğim her şeyi unutuyorum. sen unuttun mu deyince zaten bildiğim bir şeyi tekrar hatırlıyorum. senin varlığın bana yapılmış enteresan bir şaka sanki. aslında ben hâlâ bu şakaya nasıl karşılık vermem gerektiğini arıyorum.''


emrah serbes
koşup koşup havuza atladığım çocukluk hallerim geldi aklıma, gözgöze gelince yıllar sonra seninle, o deniz fenerinin altında...               eren akgül

üç aşağı hep yukarı

sağır çocuklardan çok şarkı dinledim ben, amalara resmimi yaptırırken kadıköy'ün sakin bir sokağında... ve sen hep dolmadan kalkan bir dolmuşla uzaklaştın, hatırladığım kadarıyla, üç aşağı hep yukarı...




















 eren akgül

biraz da alıntı yapalım

"sen gülünce ben de hemen gülüyorum. sen ağlayınca ben de hemen bir sigara yakıyorum. sen pazara çıkınca ben de en azından balkona çıkıyorum. sen bir şey sorunca biraz düşünüp cevap veriyorum ama çoğu zaman yine yanlış oluyor, kimi zamansa susarak boş bırakıyorum o soruyu. sen tartışmak isteyince bildiğim her şeyi unutuyorum. sen unuttun mu deyince zaten bildiğim bir şeyi tekrar hatırlıyorum. senin varlığın bana yapılmış enteresan bir şaka sanki. aslında ben hâlâ bu şakaya nasıl karşılık vermem gerektiğini arıyorum."

afili filintalar

dudaklarımda loş bir karanlık, bilmem geceden, bilmem neden. ellerimde eski bir plak, biraz tozlu, biraz yaşanmış. ea

15 Ağustos 2012 Çarşamba

damla damla


Doğan güneş bile heyecanlandırmıyordu onu. rutin bir doğu-batı hareketi olarak görüyordu bunu. tarihte ki gibi kaybedenin sadece insanların olduğu bir savaş gibiydi. kazananın ve kaybedenin rolleri değiştiği. kimsenin memnun olmadığı bir süreçten ibaretti doğup batmalar. ya gün batımında yükselen aşklar? kaç ayyaşın ta yüzüne doğmuştu aynı güneş. kaç terli sevişmenin arasında çoktan tepelere çıkıvermişti, sessizce?

ağır ağır odasına yürüdü adam. darmadağın eşyalarına dokunmadan geçmeye çalıştı. kendi de acaba bunca insan arasında dokunulmadan geçilmeye çalışılan bir dağınıklık mıydı? bundan mıydı bu kalabalıkta ki yalnızlığı. kaç adımda uzaklaşmıştı sevdiği kadın... hangi ayağını kaldırmıştı yüzünü çevirirken. şuan ne yapıyordu, oturup sabahlığını mı kavuşturuyordu bir bardak su ile ellerinde. yoksa omuzundan mı öpmüştü yanında yatan bir yabancının... 

bu gece ağır bir intihar yolu seçti kendine yaktı sigarasını. her çırpışında elini, mutsuz bir orkestraya yön verdi. kaldırdı ellerini ağlamamak için dudaklarını anlamsızca ıssırdı damaklarıyla. ve indirdi ellerini...

herkes kendi karanlığında benzer mumlarla yürürler, herkes kendi dağınıklığına zerzeniştedir. hep daha toplu gelir bir diğeri bize. hep daha mutludur eski sevgili. hep gülen fotoğraflarımız vardır albümlerde. hep mutluyum deriz soranlara. hep unuttum deriz dostlara. hep atlattımı kullanırız yalan ortasında. hep kaldırırız  elimizi mutsuz orkestramıza ağlamaklı. bir haşin indirişimiz vardır sonra ellerimizi. bitmiştir. bir nefesliğine... sonra müzik tekrar başlar geceye yayılır ordan gözlere... damla damla ...

eren akgül

biliyorum gideceksin


Biliyorum gideceksin.
Bir eylül ayında ve günün herhangi bir vakti gideceksin. Ne eski bir şarkı engelleyebilecek gitmeni ne de yalnızca gözlerimde sakladığım aşkım. Usul usul ve ağır başlı adımlarla gideceksin. Her adımda gitmenin acısı yankılanacak sokakta. Bir törendeymişcesine göze batan bir yürüyüşle gideceksin ve ben çocuklar gibi bakacağım ardından. Sen geriye dönüp bakmayacaksın.


Gideceksin..
Yalnızca gözlerimde sakladığım aşkımı sukuta kurban vereceğim.
'Keşke' diyeceğim sonra ve sonraları da ve her zaman 'keşke' diyeceğim.
Söylenmemiş sözlerin ateşi yakacak tüm bedenimi.
Engizasyonlarda kurban edileceğim her gün.
Geç kalmış infazın korkusu kemirecek beynimi.
Duvarlara bakıp hayıflanacağım.


Biliyorum gideceksin...
Puslu bir eylül ayında gideceksin. Gözlerinle birlikte, saçlarınla birlikte gideceksin. Geride seni hatırlatan bir tek kelebekler kalacaklar. Bir tek kelebeklerin kanatlarına bakacağım özlemle. İlan edilmemiş bir aşkın hüznünü bırakacaksın bir de.taşımayacak kadar yorgun olacağım sen yokken. Sonra yaşamak dediğimiz saltanatın soytarılığı kalacak üzerime. Sihirli sözlerin avutulucuğuna salacağım boyalı yüzümü. Kimse farketmeyecek seni. Seni en kuytu bakışlarımda saklayacağım. Seni uykusuz gece yarılarımda saklayacağım. Başlayıp da bitiremediğim yazılarımda. Bir radyo istasyonunda çalınan ortadoğu şarkısında.


Sen gideceksin...
Ve aslında gitmelisinde..
Hem de bir eylül ayında gitmelisin.
Şehrin gece lambalarında dans etmeli veda bakışların. Korkularımla yüzüstü kalakalmalıyım öylece basık bir kenar mahalle kahvehanesinde. Aşkınla demlenmiş sıcak bir çay içmeliyim. Küfürler saçıp etrafa, belalara bulaştırmalıyım ağrılı başımı.


Yokluğuna alışmamalıyım.
Alışmamalıyım...

tarık tufan
kadın gelmemeyi seçti, adam beklememeyi. ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar diğer insanlar...ea

kürkçü dükkanı


"efendim kendinizi yormayın. biraz dinlenin lütfen."
"sinan! beni tut. tam burda tut."
 " bu sahil yaşlı bir adamın ayak izleri için çok büyük. 36 sene oldu sinan. osmanlı'yı bilir misin? topraklar genişleyince yani ülke büyüyünce başkentini taşımıştır. Bilecik umutların başkentidir o zaman. burası da benim için öyle. gencecik bir fidanı düşün. işte şu deniz cansuyumdu.sonra umutlar büyür, saksılar değişir ve sığmazsın kendine. tam burada durmuş ve belki bugünleri hayal bile edemezken... 
"oturun egemen bey. su ister misiniz?"
"yaşlanınca insanlar hacca giderler. pişmanlıklar eski plaklar gibi saklanır ak günlere. zamanı gelince koyarsın ceketinin sol cebine. kalbe yakın olan hani... her pişmanlık şarkısı kendi içinde bir zaman makinesidir. seni alır o günlere götürür. o günler baharın en çiçekli günleridir ve nisan yağmurları vardır tepende. sense şu yaşlı halinle hiç bir masraftan kaçınmadan ağlarsın. oysa yağmur kafiidir ama ağlarsın işte. bir kadına ağlarsın. görünen o'dur. o zaman bir kadın şimdinin parasıyla bir hayat demektir. kaçan bir hayattan bahseden böyle yaşlı bir adam görürsen. oradan uzaklaş. yaşamamış insanın çok öğüdü olur. buna tecrübe demektense "zavallı" demeyi ben hep uygun gördüm. bunca yıl attığım her imzada tedirgin oldum ben sinan. mh. egemen ak! neden başına "zavallı" eklemedin diye sormalarından korktum. bilinen şeyleri saklamak insanı en çok terleten hamallıklardandır. sırt ağrısı çekmek alınan paranın karşılığıdır. hiçbir hamal bundan şikayet edemez. peki ya göğüs ağrısı? göğüs ağrısı yanlış adımların doğru sonuçlarıdır. 
      o kadını burda uçarken gördüm. 36 sene ağır hapis cezasına çarptırıldım ve tutuksuz yargılandım aşk ismi altında. bana verilen sınırlar vardı ve oralarda dolandım. ne zaman konuşacak olsam. yürümem söylendi. 59 adım sonra yine olay mahalindeyim. ölmek istediğim yer burası. görmek istediğim yer de... çocuk sahibi olmadım. insanın çocuklarına anlatacak güzel şeyleri olmalıydı. ben bir kadını çok sevdim ama anneniz da çok iyi bir insan diyemezdim herhalde. hem çocuklar babalarıyla övünen şeylerdir. ben hayatımı hayal kırıklığı olarak yaşadım. sence bir çocuk hayallerimi mi örnek alırdı, kırıklıklarımı mı? ben bu azda seçmeli sorunun cevabını boş bıraktım. ellerim gibi...
    burası, sinan... onun ayaklarını son hatırladığım yer. biraz kum uçuşuyordu topuklarından ve deniz köpüğü tortulanmıştı parmaklarının boğum noktalarında. güldüğünde... ki gülmeyi çok severdi. yanaklarında ay'ın dolunaydan 2 gece öncesi diye tasvir edebileceğim iki ay yanaklarına batardı. elmacık kemiklerinde gözlerinin yakamozu yayılırdı. burada nefes alabilmek. eski bir kitabı tekrar okumak gibi şimdi. ellerime bak! ne kadar çirkin, bu hatıraları tutmak için çok titrekler ayrıca. 
    beklemek dünya'nın en zor şeyi şimdi gençlere. ben bir mektup için gençlik ve orta yaş denilen zaman dilimini harcadım. belki bilse bir mektup için kaç akşam kaç güneş batırdım üşenmez yazardı. insan bir hiçliğe adım atmakta çok aceleci davranıyor esasında. ama öyle bir yaratılmışız ki, insan kendisine yakıştırdığı hiçliği başkası tarafından kabul görmesine tahammül edemiyor. ben 36 sene evvel medeni durumumu hiç yaptığımda. "o" buna evet dedi ve birçok arkadaşım şahit oldu altına imza attı. ve tanrı! benim ona verdiğim yetkiye dayanarak, beni saklambaç dünyasında çorbacık yaptı. artık tüm mızıkçılıklarım banaydı. tüm huysuzluklarım bana. bu hiçlik annesinden istediği şeyi alamayıp küsüp kendine odasına kitleyen çocukların hiçliği... hem kitlersin kendini. hem de beklersin kapı çalınsında "gel oğlum" desinler diye. sırf "gelmiycem" demenin gururunu yaşamak içindir tüm yalnızlık. 
    bir keresinde ben o yaşlardayken, kendisi bu yaşlarda olan bir dostum şöyle demişti. "dünyanın en zengin adamı olsam, huzur evi açardım. çünkü dünyada ki gerçek pişmanlık orasıdır. kaybetmiş bir insanı sadece orada dinleyebilirsin. pişmanlıkları, kalp kırıklarını, susmaları. sen göz yaşlarını dinleyebilir misin sinan? ben evet kazandım. çok kazandım. ama bir huzur evi açacak kadar hiç huzurlu olmadım.kendimden bir tane daha görmek istemedim belkide. bencil davrandım yada. kimse benden daha üzgün olamaz sandım. belki de olamaz. her günahkar insanın cennette kendini düşünmesi gibi... kendimi suçlayamadığım anlarda oldu. bir insanı sevmek ne kadar kötü olabilirdi ki? ya da bir insan kendisini bu kadar seven birinden başka ne isteyebilirdi? işte oğlum şu yaşta bu resme bak ve anla. dünya senin sandığın kadar yuvarlak değil. kutuplardan basık ve ekvatordan şişkin. bu basıklarda hüzün birikir, ekvatorda gurur... pişmanlık elden birşey gelmemesi ayrıca. sana buruşmuş yüzümle gülümseyerek tek söyleyebileceğim şey. "o"nu sevmekten bir gün bile pişmanlık duymadım. her erkeğin sessiz kaldığı anlar vardır. benim 36 senedir kalmam gibi. bugün burda senle olmaktan hoşnutsuz değilim. ama her yaşlı adamın bir de "ama" sı vardır.
   ama senin yerine burada onunla oturup buruşmuş ellerimizle o günleri kuma çizebilirdik.hatta şakalaşırdık da. öksüre öksüre gülerdik belki. belki güneşe sırtımızı dönerdik iki kambur gölge düşürürdük ayak parmaklarımıza. belki sen de olurdun sinan.  belki duygulanırdık, sen bize mendil uzatırdın. belki şimdi de uzatmalısın..."

eren akgül

good will hunting

bazen senle hiç tanışmamış olmayı diliyorum. çünkü tanışmamış olsaydık, geceleri yatarken dünyada senin gibi biri olduğunu bilmeden uyuyabilirdim... (good will hunting)

helen-2


bulutlardan resimler yapan helen, 
gözleri eteğine devrik bilmecem. 
surlarına şiirler kazıdım bu gece. 
kalkanların altında bir aşk şarkısı ile kapındayım. 
uzat ki yüzünü, miferimde kalsın yansıman. 
uzat ki çiçekler koklasın askerlerim. 
evinden, bağrından senin için getirdiklerim. 
dudaklarını paylaş rüzgarla, 
koynundan sarksın inci kolyen akdenize. 
ve ben tütün sarayım apolla`ya... 
hayalinden ırak kumdan kalelerimle, 
elimde sarı plastik küreğimle 
gözü yaşlı bırakma beni bu sahillerde, 
bir çocuk gibi... 









eren akgül