19 Aralık 2014 Cuma

Entre la nuit, la nuit et l'aurore. Entre les royaumes, des vivants et des morts.

Böyle akşamlarda kısa kesilir cümleler. Yorgunluk mu? Yorgunlukta hayattan güzelim. Benim sana bahsettiğim yakamozsuz denizler. Kuytu köşelerde saklıdır akıl. Tabii ki tüm sahiller güzel. Benim sana tarif ettiğim kumsalda evsiz kalmış aşıklar barınır. Sevişmeyi ön, gösterişi arka planda tutanlar. Ve elbette tahammülüm yok mantıksız geçen bir iş gününe daha. Bunu münakaşa edecek istek de yok üstelik ceplerimde. Bir sigara saralım istersen yahut biraz yürüyelim sokakta. İlle Beyoğlu'nda olmamız gerekmez. Benim sokaklarım da güzeldir hem. Sıradan bir gece geçir benimle. Sonunda ille de sevişmemiz gerekmez. Sarılıp yatmakta hayattan. Belki iki bira da alırız Tombalacı Hüseyin'den. Son dedikodular midyeci çocuktan. Bunlar da hayattan. Ne yani sevmiyorsun beni diye kendine bahaneler mi sayacaksın. Bugün sayma mesela. Bugün kendin olma mesela. Mesela bugün ay ışığı olmayıversin denizinde. Denizsiz memleketler de aşk yok mu? Beyoğlu'nun hiç ışıksız sokağı yok mu? Herkes mi benden iyi ya da. Ne diyordum ben. Denizi diyordum, her zaman nerden denk getireceksin. Bu sefer benim dediğim olsun. Sade olsun, üstleri dağınık... Biraz yorgunluk hafif kaşlar çatık, diyordum. Sadece biraz yürüsek, hiç konuşmasak, tercihen elele diyordum. Sevmek diyordum, "sev!" den türemiş. Mastar halinde ne kadar eylem barındırıyor içinde. Ne kadar acı, ne kadar umut biraz üstüne tarçın hatta...
Eren Akgül

27 Kasım 2014 Perşembe

Selim vol 2

Ahsen'le 14 yaşında tanıştım. O plakçı da çalışırdı ben okula giderdim. Her kadına aşık olabilirdim, 14 yaşındaydım, aklımı günde 2 kez elime boşaltırdım. Ama ben onu seçmiştim. O beni seçmedi nihayetinde. Serde de erkeklik var ya yazıldım peşine bir gün. Dedim "kızım" beni sevmiyor olabilirsin. Hatta zerre de hoşlanmayabilirsin. Beni olgun da bulmayabilirsin, sonuç olarak orta okula gidiyorum. Ama öyle muhallebi bebesi de değilim o ayrı. Gömleğim dışarda, kıravat meme ucumun az ötesinde. Çorabımın içinde kısa maltepe var. Tüm eğitim-öğretim hayatım da şu defterden ibaret. Bu tabii güldü geçti bana konuşturmadı bile. Kadın dediğin kaçında olursa olsun kahpe abicim. Aldı ağzımdan yarım sigarayı yürüdü, geçti. Gittikçe küçülür demişti resim dersine giren kodumun karısı perspektiften ötürü. Büyüdü de büyüdü Ahsen tersine. Bi cigara daha çektim çorabın arasından, kravatı elime aldım bir taraftan. Bu hareketler sonraki 24 sene boyunca benimle kaldı. Sonra bir ara kendi evine çıktı.

Hayat bu ya. Bir eczanede gördüm bizimkini. Emin ol bir salı akşamıydı. Cumartesi olsa böyle  olmazdı. Cumartesi eğlenceli gündür oğlum, cumartesi değildi. Yüzünde bir gülümseme bunun. Ama yaşlanmış tabi. Çizgiler var suratta. Ama gördü ya beni açıldı dalga dalga o çizgiler. Lan hani taş atardık ya aladağ çayına, o hesap. Her neyse naber Selim dedi, kocaman olmuşsun. Hani evlenecektik hani Gülden Karaböcek gelecekti düğünümüze. Yine aynı kahkaha! Demedim mi hangi yaşta olursa olsun kahpe şu kadın milleti! Tabii günlerden de salı. Vallahi cumartesi değil. Evleniriz dedim, evlenirdik. Zaten insan en saçma cümleleri böyle günlerde kurar. Karı o zaman 28-29 vardı. 24 sene diyorum usta. Bir sigara daha çektim. Bu sefer gömlek cebinden. Senin anlayacağın insanın anıları her bünyede ayrı kanal. Bu karı hala işin dalgasında. Bak misal ben hiç unutmam. Cumartesi olsa bir çay içerdik. İlla bir pastane bulurduk. En kötü Aslan abi'nin mekana giderdik. Gitmez miydik?

eren akgül

17 Ekim 2014 Cuma

selim


Kendi içimde bölünmüş,şiirsiz bir adamdı selim. En sinirlendiği şey ganyan kuponunun yatmasıydı herhalde. Herhalde diyorum çok konuşmazdı işte Selim ama 49.902 lira vermişti o koşu. Kendi bölünmüşlüğüne kızar, hükümete sarardı. 
Kendi kendini dinleyemeyecek kadar yoğundu işi bir de... En sevdiği şey komedi dans üçlüsü'ydü .Bunu hiç ifade etmedi ama sürekli oradan duyduğu espirileri yapardı.Ha bir de Leyla vardı tabii. Mahalleden geçerken mutlak bakardı camına. Aklından çevikti gözleri, saniyenin onda biri sürede yerde bizim Selim'in gözleri. 
Bir gün bir haber aldık. "Sağ-sol meselesi" dedi berber Hayrettin amca. Ekledi gözlüğünün altından arkasına. "Selim'i almışlar" Kimse sormadı sağ'dan mı soldan'mı diye. Merak dahi etmediler. Belki Leyla biraz şaşırdı ama o da sormadı. Şiirsiz bir adamdı Selim. En büyük derdi 1. gelemeyen, Hüsran. O da attı nihayetinde ama kimse sormadı. Çok vururum demişliği vardır elbet kahve köşelerinde ama hiç silahı olmamıştı. Bilmem belki vakti olsa bir örgüte girerdi. Bilmem biraz aklı olsa bir kalın kitap okurdu en solundan. Velhasıl hiçti Selim, hiçliğe gitti. Kimse sormadı sağ dan mı yoksa soldan mı gitti ...


eren akgül


10 Ağustos 2014 Pazar

gibi



Saat ne kadar geç olursa olsun rakının tadı aynıdır. Aynalar biz izin verdiğimiz kadar bize yaklaşabilir ve ben seni seviyorum. Ve ben seni seviyorum yakamozlar gibi. Yürüyüşünü, gururla taşıdığın göğüslerini. Karşı komşuyu umursamaz çıplaklığını ve utanman gerekiyormuş gibi bakışını. Rakı saat ilerledikçe güzelleşiyor. Aynalar ne istersek yapıyor ve ben seni daha bi seviyorum. Ve seviyorum ben seni denizler gibi. Kıvrılışını, hınzırca gerilen derini. Gün ağardıkça gölge düşüyor kuytularına ve ben sek yudumluyorum parmaklarını. İlerledikçe zaman daha da güzelleşiyorsun. Tırmandıkça güneş daha bi beyazlaşıyorsun. Rakı gibi. Su gibi... eren akgül

7 Temmuz 2014 Pazartesi

saçmasalak

Ve ben korsan oluyorum bazı geceler, dilimizin varmadığı düşüncelere yelken açıyorum. Fırtınasız batıyorum, tayfasız ve çözümsüz. Bazı bazı, çıkıp da pruvaya bir sigara yakıyorum sonra. Bu bir çeşit es verme oluyor yaşananlara. Denizi seyrediyorum kesintisiz. Başka bir şeyi seyretmeye imkan var mı sanki diye geçiriyorum içimden. Cevap vermek istemiyor, insan. Bir taverna müziği getirsin diye bakıyorsun sonra rüzgara. Gıcırdayan direkler ve yanabileceğinden daha az yanan kandillerden başka bir şey göremiyor insan ve sonsuz karanlık... Bunların tamamına seçilmiş bir hayatın ön sözü demeyi uygun buluyorum. Bunu çok asilce söylüyorum esasında. Tek elim cebimde, kaftanım da bir esinti. Vintage bir şapkam var ve gözlerim hafif kısık. Ağzımdaki izmaritin boğazını sıkıyor dudaklarım. Şekilciliğe önem veriyorum korsan olduğum geceler.

Ve her gece korsanlık sıkar avare insanları. Ben bazı geceler vaşak oluyorum. Yaşıtlarıma göre iyi koşuyorum ayrıca. Kilitlendiğim bir şey varmışçasına koşuyorum. Kendimce manevralar ve efektler. Orman yeşil bir bulantı şeklinde akıyor sol şeritte. Belki birkaç gerizekalı belgeselci o an beni çekiyor. Neye koştuğumu görmeden hikayeler yazıyorlar, o an uydurulmuş ismime. Gerçekten güzel koşarsan hayatta, doğru adımlar ve manevralarla... Neden kaçtığını kimse sorgulamaz, hatta bir şeyden kaçtığını anlamak şurada dursun, bunu farketmezler bile...


Ve her vaşak yorulur. Bende yoruluyorum. Kendime geldiğimde gelişmekte olan bir ülkenin başında bir diktatörüm. Çoğusu başbakan diyor, orası kesin. İnsan ve erkek olmanın da verdiği yetkiye dayanarak herkesi sikesim var o da kesin. Buna fakirlerden, cahillerden başlamak istiyorum, şüphesiz. Cahiller ve özellikle aptalları seksin doğasına uygun hareket ederler. Siktikçe çoğalan bir çaresizlik. Bazen o kadar büyüyorum ki benim dışımda kimse düşünsün istemiyorum. Düşünen insan, hayvan olamaz çünkü. Oysa bu bir ülke değil çiftlik benim için, anlıyor musun. Bir kaç bakıcı ve ben yeterim. Onlara "bakan" diyorum sözü açılmışken. 


Her diktatör asılır, vurulur. Ben hariç.  Sözüm meclisten dışarı. Meclistekiler olayı biliyor zira. Lafım sana. Ve başka birşey olamıyorum daha fazla. Her zorba gibi yarım bir hikaye, havada kalmış, mantıksız ve külliyen zarar.


eren akgül

18 Haziran 2014 Çarşamba

5 Haziran 2014 Perşembe

lık lık birahanesi

Antalya’da, Güllük Caddesi’nin ortasında, pasajın içinde bir Lık Lık Birahanesi vardı. 1999-2002, şimdi uzun sürmüş bir gece gibi hatırladığım üç yıl, hayatım orada geçti. İnsan yüzlerine bakarak. Bir Cengiz Ağbi vardı, yarım saatte bir bira içerdi. Ne eksik ne fazla, kurulmuş saat gibiydi. Saçları bembeyazdı, gözleri yemyeşildi. Ama öyle iddialı bir yeşil de değil, yırtıcı hayvanların sakin yeşil gözleri gibi. Alkol tedavisi gördüğü hastaneden dört sefer kaçmıştı. Hayat canına okumuştu ama dimdik oturuyordu. Sadece Sibel Can dinlerken iç çekerdi. Herkesin zayıf bir noktası vardır, psikoloji bunu gerektirir. Bir Ertan Ağbi vardı, durur durur, “İçmelere gidelim mi içmelere,” diye bağırırdı. “Hepinizin heykelini dikeceğim,” diye de bağırırdı. Hep bağırırdı, sesinin başka türlü duyulmayacağından emindi sanki. Sonra bir kaptan vardı, gemisiz bir kaptan, en az yüz yaşında, en az yüz elli kilo. En tatlı uykusundan matkap sesiyle uyandırılmış gibi sinirli biri. Biz güldükçe, “Hay ebenizin kör kandilini,” derdi. Sonra bir kumarbaz vardı, sıradan bir kumarbaz değil, hayatın her anını kumara çevirmeye hazır biri. Dürümüne tavla oynardık. Para bozdurup yazı tura oynardık. On ikiye doğru yandaki kahvede oyun bitince gelir, benle iddiaya girerdi, bir dikişte içersen benden diye. Çok birasını içtim. Bir sefer altılıyı tutturduk, 142 milyon verdi, şimdiki parayla 142 lira. Sonra DSİ’de çalışan bir Coşkun Ağbi vardı. İpli gözlük takıyordu. Hayatımda tanıdığım en efendi adam olan Atalay vardı. Parliament içerdi, efendi adamların Parliament içtiği zamanlar. Sonra evlendi, seyrek uğramaya başladı. Çocuk felci geçirdiğinden topal kalmış biri vardı, bastonla yürüyordu, bir de motosikleti vardı bu adamın. Bir akşam çıktık pavyona gittik, yan masada oturan adamlarla kavga çıktı. Motorla kaçtık, yolda zik zak yaptı sürekli. Yat limanında oturduk sabaha karşı, kol kadar fareler vardı kayalıkların arasında. Çöpleri toplayan, ayakkabıları boyayan, bütün ayak işlerini yapan, herkesin Muzo dediği bir Muzaffer vardı. Çünkü bu dünyada sefaletin dibi yoktur, her zaman daha kötü durumda olan birileri bulunur. Kasalardaki boş bira şişelerini kontrol eder, dibinde kalan varsa içerdi. Sonra pasajın bir delisi vardı. Barın önünde oturduğum uzun tabureyi sallamıştı bir gece. Deprem oluyor zannedip kendimi dışarı atmıştım. Bunu öğrenince ne zaman beni görse gizlice gelip taburemi sallamaya başlamıştı. Bir gece dövüştük bu yüzden, uzun süre ayıramadılar. İki deli gibi dövüştük pasajın içinde, ben de delirmiştim çünkü. Sonra tabure sallamayı bıraktı. Kavga ettiğimiz iyi olmuştu, yoksa öldürebilirdim onu. Babalarının kendilerine devrettiği Lık Lık Birahanesi’ni Ayhan’la Yalçın kardeşler işletiyordu. Ayhan büyük olandı, kötü polisti, hesapları kontrol eden, maaş günleri veresiyeleri toplayan. Evliydi, geceleri Yalçın’a bırakıyordu dükkânı. Bütün müşteriler gidince Baha’nın kasetini takıyordu Yalçın, Kutupta Yaz Gibi. Bin kez dinledik o albümü. Ölüm haberi almış iki adam gibi sessizce ve her şeyi affetmeye hazır. Sonra kapatıyorduk, evim yolunun üzerindeydi, taksiyle bırakıyordu beni. Ertesi gün ben onu alıyordum, yeniden başlıyorduk. Sonra hayatımı harcamanın değişik yollarını aramaya başladım. Yazmanın da bir çeşit kafa yapıcı etkisi olduğunu keşfettim. Ankara’ya hicret ettim. Bazı akşamlar telefon açıyordum Yalçın’a. İçeride kim varsa muhabbet ediyordum. Bazen onlar kafayı bulup beni arıyorlardı. Yıllar geçtikçe koptuk. Bir ara sokakta, uzun zaman önce terk edilmiş, lastikleri patlak bir arabanın ne anlamı varsa, o günlerin de öyle bir anlamı var şimdi.

Emrah Serbes

XY

Bazen çığlık çığlığa geceler geçiyor, ömürden-önümüzden. Hep bir cam kenarı bulunuyor sigara içmek için, hep unutulmuş bir gazeteye yaslanabiliyor dirsekler. Dalmak için, bir şarkı yetiyor hem, çoğuzaman. En çok annesini seviyor erkek çocukları. Dalmak için en güzel şey bir kadının kucağı ve seni ne olursa olsun bırakmayacağını bildiğin. En çok annesini seviyor erkek çocukları ve evet en çok ona kızabiliyor, babasına küstüğünde, arkadaşlarıyla oynayamadığında ve cevdet en sevdiği oyuncak arabayı kırdığında.

Çökmüş bulutların arasından martılar uçuşuyor, her ne kadar gerçekte güzel  bulmasa da bir ressam; resmediyor bir kaçını... Yakışacağını düşündüğü bir gökyüzüne elbet. Gökyüzü olur da deniz olmaz mı hem? Mavisinden, en fiyakalısından. Mart geçince içinde, simitler tutuşturuluyor insanın eline. Sıcak olmasa da seviyorsun sonra. Bir sıcak çay yanına. Elbet bir sigara bulunuyor her ince belli bardağın yanına. Elbet bir vapur gölgesi, öpmek için izmaritleri içine çeke çeke. En çok annesini seviyor erkek çocukları ve babalar kıskanmıyormuş gibi yapıyor. 

Her çığlığa bir bebek uyanır o mahallelerde. Bahar geldi diyorsun sonra, anlıyorsun. Açık kapılı balkonlardan, bir bir yanıyor ışıklar. En çok annesine ağlar erkek çocukları. Erkek olur babasının yanında. Bu y kromozumundan elbet. Duygusallıklarımız illa ki x kromozumundan. "X" ayrıca bilinmeyen olarak geçmiştir matematiğe. Ya da bir çarpım işleminin sembolü. Hatırlarsan defalarca bilinmeyen bir hisle çarpıldığını. Ve bu yüzden 2 kere nefret edersin ergenlik yıllarında bu dersten. 

Bazen çığlık çığlığa geceler geçiyor, önünden, önümüzden. Hep bir kalp ağrısı bulunuyor, bir sigara içmek için. İlla ki dolapta unutulmuş bir bira var ya da cam kenarında. Dalmak için bir kadın yetiyor hem. Annesine ihanet edercesine seviyor bazen bu koca erkekler. Ama en çok annesine ağlıyor. Ağlamak için en güzel yer bir kadın kucağı ve seni ne olursa olsun bırakmayacağını bildiğin... Ve annesi kulağına fısıldıyor;
"Tüm terkedişler, aslında terkediliş midir? Bir insan ne kadar uzaklaşabilir ki bir başkasından?"

Eren AKGÜL

20 Mart 2014 Perşembe

O kadar

Hiç kavuşmamış gibi. Sanki güneş ve ay gibi. Aynı gökyüzünde, biri gelirken diğeri giden. Bir de hiç ayrılmamış gibi... Sen içine attın, ben geceye baktım uzun uzun. Ne sen doğdun, ne ben battım. Bazen tam, bazen yarımdım. Sen ne kadar baktınsa o kadar ışıldadım aşıklara.

Eren AKGÜL

19 Mart 2014 Çarşamba

kendimce makaralar

Seni seviyorum . Sevmesem de olurdu bu büyük bir eksiklik değil, yapma böyle. Ne dememi bekliyorsun? Ölürüm yoluna gibi cümleler mi? Onlar ilaç bağımlısı ergenlerin duvarlara götlerinden uydurdukları samimiyetsiz birkaç boş laf. Vardır elbet meraklısı. Meraklısına göstermek lazım. Ben öyle değilim tabii.
Ama sen beni sevebilirdin, yani. Bir zararı olmazdı. Ben kendi adıma, kendime kefilim. Yani açık senet işte. 

Hayatta aşkı yaşayacağım en anlamlı yaşlar diye bir kategori var. Yanıp sönen sekmeleri, yanar döner sunumları olan. Bir de ülkem var; karmakarışık o yıllarda. Başbakan'ı bile hırsız. Sen düşün. Black Sail'in 2. sezonu gibi. Bir sürü hırsız oturmuş bir ülkenin başına, sağa sola nota veriyorlar. Nota da bilirsin öyle Konya şekeri gibi dağıtılmaz. Ama gel de anlat. Neyse insanın içinde sevgi mi bırakırlar... Ben de o zaman sevmişim seni. Ulan bekle işte. Yada en azından bu an'a kadar bekleme de mi? Ben de bir zaman problemi var. Zaman herşeyin ilacı tüm bayat aşk profosörlerine göre, bende de at hırsızı aksine. Yani annem hep "ters adamsın" sen der ama zoruma gidiyor bu durum. 

Dağınık konuşuyorum bugün. Alkollüyüm herşeyden önce. Bi de şarkılar var. Böyle sanki Truman Show'da hissettiriyor insana. Sanki birileri beni izliyor da yazıyor o sözleri. Sanki ne hissetsem biri alttan gitar çalıyor. Ne denir, o artık onların orospu çocukluğu. Biz kendimize bakalım. Seviyorum yani uzun lafın kısası. Sevmesem de olurdu orası ayrı da. Yani kötü mü sanki. Nolmuş yani. Sen sevmedin boyun mu uzadı? 

Ne diyordum? Bu gauloises çok boktan sigara. Pazar da satıyor herif, ötesi var mı? Bir de hep aynı ayak. Bu hafta çok polis vardı zam geldi abi... Ya memlekette harbi polis çok ya bu herif yalancının teki. Ya da paralel polis bunlar. Çünkü adam bildiğin eşkenar yamuk. Adamın çok bi paralelliğini görmedim. Arkadaş da görmemiş, ona 3buçuktan vermiş hatta. Neyse işte bırakmak lazım zararlı meret. Hem saat kaç? Sevmedin mi daha beni? 

Egemen Bağış'ın ses kaydını dinledim az önce. Adam çok geyik. Zaten muzır bir suratı var. Bir şakalar, makaralar. Şüphesiz ki değişik bir adam. Ben şimdi gidiyorum. Mutlu kal, uyu. Egemeni'de kafana fazla takma. Biz konuştuk montaj deriz yerler, gerekirse montaj olduğunda dair bir ayet felan şey yaparız dedi. Fazla konuşamadık. Buradan da olsa böyle konuşma dedi. Ama dertleştik yani, sifırladık, sıfırlandık. Onu da seviyorum seni de. 

Sözlerimi, Metahan Demir'in müthiş cümleleri ile bitirmek istiyorum.

I love you more than ı can say.

Eren AKGÜL




12 Mart 2014 Çarşamba

kendine gel

Gündem bir çocuğu uğurluyor bugün. Kim olduğu nerede olduğu esasında hiç farketmez. İsmi rabia, Berkin , Hüseyin, Sait hiç farketmez. Rengi beyaz, siyah hiç farketmez. Dili, dini, ırkı ... Filistin’de, Mısır’da, Suriye’de, Türkiye’de, ayda ya da marsta hiç farketmez. Çocuk , çocuktur. 15 yaşında fikirleri gelişmemiş sade salt hayalden ibaret bir çocuktur o. Bir çocuk için terörist o, ne işi varmış demek bizim gibi bir millete yakışmaz. Yada bana yakışmaz en azından. Karşı koy ve haksız çıkar mantığı ölümde işe yaramaz. Ölümün tarafı olmaz.
Dün Kayseri'den polislerimiz şehit oldu. Her ölüm gibi onlarınki de gereksiz ve erken. Nasıl üzülmeyiz. Biz değil miydik onlar için yürüyen? Biz değil miydik politik sebepler için yerleri değiştiğinde bağıran, işleri ellerinden alındığında bağıran, bize vurduklarında bağıran? Onlar öldüğünde yine onlar için bağıran. Hangi ölüme üzülmez insan? Ölümün tarafı olmaz dostlarım.
Gezicileri sevmeyebiliriz ama çocukları sevmemek insanlığın temellerine aykırıdır. Polislere kızgın olabiliriz ama onların zamansız ölümlerine sevinmek bize yakışmaz. Bu iktidar bizi insanlıktan çıkardı deyip suçlu arayamayız. Biz kötülüklere kötülükle cevap vereceksek ılımlı olamayacaksak, güç birgün bizden yana olduğunda bu hırslara yenik düşüp onlar gibi olmak istemeyiz. İktidarlar değişir, rüzgarlar kesilir, fırtınalar kopar insanlık baki kalır. Kalmak zorundadır. Bir arada yaşayıp ortak paydalar bulmalı ve onlara sarılmalıyız. Aynı mahallede ölüm olduğunda düğün ertelenir. Bu basit bir nezaket kuralıdır. Adalet kitaplarında yazmaz, meclisin gündeminde yazmaz. Bir çocuk ölürken geçip klavye başına “piçini niye getiriyorsun?” , “ne işi vardı orada” diyemezsin. Senin kanından , vatanından, insanlığından şüphe eder ve o çocuktan çok sana üzülürüm işte o zaman. Bu çünkü şunu tetikler. Senin çocuğunun başına bir iş geldiğinde berkin gibi ailelerin, kin tutmasına, taraf olunmasına, bölünmeye ve fanatikliğe. Fanatikliğin bugüne kadar 4 büyük takım ve 4 büyük parti dışında kimseye faydası olmamıştır. En fazla amcaoğluna iş bulursun, biraz kömür, evinin önüne beleş bir duvar çektirirsin, biraz paran varsa, biraz daha kazanırsın, bu da ödül kemiğinden farksızdır. Vicdanın hep ensende yaşamaya devam edersin.
Benim istediğim ve benden duymaya alıştığınız şey şu!
Elinizi vicdanınıza koyun ve şunu deyin, Ben Recep Tayyip Erdoğan’ı çok seviyorum. Ama bu yaptığı yanlıştı, bu hırsızlıktı, bu ölüme böyle cevap verilmez. Ben Bahçeli’yi çok seviyorum ama keşke şöyle demeseydi. Ben Kılıçdaroğlu’nu seviyorum ama şu dediği kabul edilemez. Kimi severseniz sevin yanlışlarını görecek kadar objektif olun. Babalarımızı da çok severiz ama bazen hatalarını da görürüz. Burada farkındalık hepimize yetecek kadar insani bir adım. Birbirimize saldırıp, iyi olmuş demek yakışıksız, ergenvari hareketlerden başka bir şey değil. Ölümün tarafı olmaz. Hepsi insan, hepsi bizim. Kendine gel Türkiye!

Eren AKGÜL

8 Mart 2014 Cumartesi

kırık zar



- böyle zar atmayı nerden öğrendin?
+ küçükken babam kardeşimle bana hep zar attırırdı.kazanan kaybedene tokat atardı.
- dayak yememek için zar atmayı öğrendin yani?
+ hayır kardeşime vurmamak için




kırık zar filminden bakış açısıyla ilgili müthiş bir sahne.

6 Mart 2014 Perşembe

sanatsız iç ses

Ne zaman saçım dökülmeye başlasa saçımı uzatıyorum. Dünya da saç uzatmak sadece bana, bir bana yakışmıyormuş gibi bir his var bende. Ne zaman bir sorun görsem en zıt ve kolay olan yolu seçiyorum gördüğün gibi. Carlos, tuttu tüy dökmeye başladı. Gittim mamasını değiştirdim. Oturup ona fikrini dahi sormadım, iki çift laf etmedim. Belki de yapım bu. Herkes için kararlar alıp bunu hayatta ki tek doğruymuşçasına uyguluyorum. Üst komşu televizyonun sesini çok açarsa ben daha çok açıyorum. Gidip bu şikayetimi dile getirmektense o an dinlediğim şarkının keyfini çıkarmak bana daha mantıklı geliyor. Bencil miyim? Evet. 

Ne zaman kavga etsek seninle ya da sustursam seni süpersonik tartışma yeteneğimle.  İçim acıyor. Acımaz mı? Ben tartışma kaybetmedim ömrümde. Sustum mu, evet

çok sustum. Ama kendimi hep bir şekilde ikna ettim. Yanılmadığıma. Bu beni zor insan yapıyor. Bir de adi, piç,şerefsiz. Bunlar bir çeşit oscar benim dünyamda.

Oysa ben, hep 17 yaşındayım. O türküde de dediği gibi...  Ve hep içim ürperir sesini duyduğumda.

Eren AKGÜL

3 Mart 2014 Pazartesi

şaşırmıyorum

Söylediklerine inanmayacak değilim. Başbakan'ı hırsız, yarısı uyuyan, yarısı kendini uyanık sanan bir ülkede yaşıyorum. Bütün bunlara karşın, insaniyet namına değil oy namına hesap soran bir de muhalefet var. Dediğim gibi sen anlat. Ben bir çay söylerim belki iki. Vakit uyarsa bir sigara yakarız. Konuşuruz yani, anlaşırız. Şaşırmak için geç bir saat. Bebe-bölük uyumuştur, çoğu aşık sevişte. Belki taksiciler vardır soba kenarında. Ama o da eskisi gibi değil, elektrikli soba. Hatta belki de ufo. Vallahi şaşırmam. Seviyorum de misal, ya da bitsin de. Sorun sende değil ebende de. Vız..gelir tırıs... gider. Bak kravatıma uymayan ton da konuşuyorum. Bak neler diyorum, oluyorum. Anneme yıllar sonra ben büyüyünce ne olucam diye soruyorum. Ne oluyorum? Benden geçti artık sevim. Şaşıramayan biri sevemez. Belki oksijen alır, ha belki geri de verir. Ama iş işten geçti yani olay o. 

28 Şubat 2014 Cuma

son olarak

Geriye dönüp baktığında, biraz yanlış anlaşılmışlık, biraz heyecan ve bu heyecandan dolayı daha fazla yanlış anlaşılmışlık görürsün. Halbuki şuana yoğunlaşsa insan sadece hayal kırıklığını görebilir. Belki de o zaman kaf dağından bahseden yazarlar; aslında olmayan kaf dağının güzelliklerini değil de elimizdeki tüm dağların boktan olduğunu ve bu yüzden götümüzden güzellikler uydurduğumuzu içtenlikle yazabilirlerdi. Bu Dünya'yı o kadar kötü bulduk ki çocuklarımıza hep fantastik saçmalıklar izlettik, okuttuk. En azından çocuklarımızı; belli bir yaşa kadar Çin'in, çocuk işçilerine ayda 70 dolar maaşla yaptırdığı oyuncakları noel baba diye tonton bir adamın getirdiğine ikna edebilirdik. Teknik olarak noel baba'da yavşaktı, bizde. O kadar.

e.akgül

22 Şubat 2014 Cumartesi

gece yarısı mektupları

1989'da ilk kez nakavt olmuştum. Hayatım boyunca böyle bir acı yaşamamıştım. Bunu tekrar kendime yaşatmamaya dair içten bir söz verdim. 3 paket sigara ve orta kalite bir viski ile... 8 sene boyunca bunu tekrar yaşamadım. Hiç yumruk yemedim demiyorum ama dans edemeyecek kadar dayak yemediğimi umuyorum. Spotların altında terledim, kan gördüm, birkaç mafya bozuntusu için ayakta kaldım. Puan için yenildim, tek darbeyle indirebileceğim yeni yetme temiz yüzlü çocuklara... Bunlar içinde bulunduğum faşist çevrenin yazısız kurallarıydı. Bundan hiç gocunmadım yada yara almadım. Sinir olmadım ya da küfür etmedim demiyorum ama dans edemeyecek kadar gurur kırıcı olmadığını umuyorum.

1997'de seninle tanıştım. Biraz morluk ve adımı bile bilmeyen birkaç kadın hatırlıyorum etrafımda. Bunlar içinde bulunduğum faşist çevrenin reklam tekniğiydi. Beyaz bir takım elbise, normalde içtiğimden daha pahalı viskiler ve hayatımda görmediğim ya da daha önce yemediğim çerezlerle çevreliydim. Sen ise büyük ihtimalle çok daha narin ve gururluydun. Senin gibilerini tanırım, bilinci yediği kontradan dolayı kapalı, kim olduğu hakkında fikri olmayan yelekli bir adam tepende ve sana parmaklarıyla sayılar gösteriyor. Bu birazdan içi acıdığı halde dans etmek zorunda olan rakibinin galip geleceğini ve seni paçavra gibi dışarı taşıycaklarını anlatan bir geri sayım. İşte böyle anlarda senin gibiler ayağa kalkmaya ve elleri yumruk yumruk o tanımadığı adama devam edebilirim bakışı takınmaya çalışır. Barmenle aranda bu ilişki vardı ve kapalı gişe seni izliyordum.

Devam edebilirim diyordun sımsıkı tuttuğun kadehinle, bir tane daha lütfen...

1997 ocak ayı ve sana aşık oluyordum. Ayakta durmaya çalışman, çaresizliğin ya da gururun değil. O barmene lütfen derken ki bakışın biraz sonra onu yıkabilecek türdendi ve bu gizli saldırganlığın beni mest ediyordu. Bunu belki de sadece ben farkediyordum belki de sadece farkettiğimi düşünmek istiyordum. Biz insanlar, aşık olmayı kafaya koyduğumuzda senin yarım kalmış biyografine kendi cümlelerimizi ekleriz. Bu kendimizi senin yerine, sana ikna etme yöntemimizdir. Elime bir bardak daha aldım ve ağır adımlarla yanına yürüdüm. Bizler insanlara yavaş yaklaşmaya ve onları tartmaya yönelik yetiştiriliriz. Her ne kadar seni çözdüğümü düşünsemde bu içgüdel bir yavaşlık. spontane gelişmiş bir sahne ve sevilmiş... Ve yönetmen kalması gerektiğine karar vermiş gibi... Bana baktın ve bu tamamen fiziksel bir bakmaydı beni gördün demek istemiyorum. Sadece bana baktın. Bakmayı aklında son derece yalın tut. Beklentilerini en aza indir ve beni o zaman anlarsın. Kafamda güzel bir giriş cümlesi belirlemiştim, bazı sahneleri çıkartıp, doğaçlamalar için yer açmıştım ama sen direk bardağı elimden kaptın. Repliğini unutmuş bir aktör gibi sadece seni izledim. Beni bu konuda ikna ettin belkide... Bilmiyorum. 


İnsanlar, çoğunlukla kadınlar ilk tanışmaya çok önem verir. Bu hikayeler şişirilir. Olmamış şeyler eklenir daha bir aşk filmimsi anlatılır. Ve yine genellikle diğer kadınlar buna hayran gözle bakarak sonuna kadar dinlerler. Biz erkekler ise bu sonradan eklenmiş sahneleri acaba bunları uyduruyor mu yoksa ben mi hatırlamıyorum tadında izleriz konuşmayı. Yüzümüze aşk teması verir ve viskilerimizden birer yudum daha alırız. Bu söz bize gelmesin diye bebeklikten oluşma bir savunma yöntemi bir iç güdüdür. 8 Aylık bir bebek tüm soru ve saçmasapan gelişen olaylara cevap vermemek için biberon yada annesinin memesine saldırır. İstese konuşabilir emin ol. Ve bizim hikayemiz bana göre o kadar doğal ve bir başka çifte anlatamayacak kadar boktandı.


2001 mayıs ayında beni terkettin belki de ben seni. Herhangi bir otopsi istemedik. Yada mezarımızın açılmasını... Bu yüzden bu kararı kimin verdiğini asla bilemeyeceğiz. Bu terkediş 1997'de verdiğim sözü tutamama, bu sporu bırakmama. Sık sık kendimi güçsüz ve çaresiz hissetmeme neden oldu. Çok kez yumruk yedim. Çoğu insanın ayakta duramayacağı güçlere dayandım. Bir kez nakavt oldum ama bunların hiçbiri bu kadar canımı yakmadı. Bütün bunları neden anlatıyorum? Bilmiyorum. Belkide her erkek gibi bir gece vakti bu mektubu kapının altından atmak adına. Sana kendimi hatırlatmak, bir şeyler ummak ya da bambaşka bir saçmalık için... Bilmiyorum. Bilsem gider üniversitelerde seminerler verir, bir çocuk yapıp ona nasihatlar sıralardım. İnan bilmiyorum.


Dedim ya güçsüz hissediyorum. Tekrar dans edebilmeyi umuyorum. Yüzüme parmaklarını sayan tanrı'ya ellerimi açmak yerine, yumruklarımı birleştirip devam edebilirim demek istiyorum. Seni seviyorum.


Eren AKGÜL


18 Ocak 2014 Cumartesi

Başka Türlü



Kürşat başar okuyarak aşık olamazsınız. Böyle bir aşk, bir muhabbet kuşu alıp hayvansever t-shirtleri giymekle eş değer adeta. Benim dediğim başka türlüsü dostum. İçip içip, için için ağlamaklı ikilemeler de değil. Bir parkayla solcu olunmaz diyorum ben. Nasıl anlatsam seviyorum derken böyle karınca yuvasını çomakla deşebilmelisin. Gözler dalgın, düşünceli olmalı. Tükürdüğünde kaç karıncayı boğabildiğini hesaplamalısın bunu yaparken. Öyle titanik izlerken sevgilini düşünerek olmaz. Çok efkarlandıysan bir sigara içeceksin. Yumuşaklığa yer yok ki bu mahallede. Sokak lambası sokak için değil herşeyden önce. Bakkal, dükyanın önünü aydınlatmak için geçen seçimde yaptırmış, sen düşün. Başka türlü bir şey anlatmaya çalıştığım. başka... 

eren akgül

15 Ocak 2014 Çarşamba

ÇİĞ

Hayır öyle değil demek istedim. İstemekle yetinmeyi iyi bilirdim. Susmayı da tabii. Uzun uzadıya anlatmak vardı, aklımın arka bahçelerini. Upuzun susmayı tercih ettim ben. Upuzun sessizliklere sabahları çiğ düşermiş çok sonra öğrendim.

Eren AKGÜL

8 Ocak 2014 Çarşamba

last waltz

Eski günler, eski sesler. Çocukluktan kalma bir albüm sanki hayat. Bakıp bakıp gülümsediğin. Büyümek gibi her şey. Yavaş ve az acılı. Bekleme salonu sessizliği aklımda. Fazla düşünceli, az cevaplı.


Bugün umut dolu bir gün. Sıkıldığım bir şehirde seni bekliyorum. Buğulu nefesler geçiyor önümden, yaşıyormuşçasına. Oysa en fazla benim kalbim atıyor bugün. Dedim ya seni bekliyorum, yıkık kaleli kentin, ayakta insanlarıyla. Her temas iz bırakır derler ve Aralık'da soğuk olur kütüphaneler. İki sandalye kumsalda, umut dolu, güneşe karşı oturtulmuş. Dedim ya umut dolu, güneşe doğru... Benim gibi.

Karşımda oturmuşsun, kazağının kollarını parmak uçlarına kadar çekmişsin. İnsanın ne diyeceğinin bilemediği anlar vardır. Savaşlardan sonra, barışlardan önce. Hatırlamak bir intihar teşebbüsü şimdi, tüm bunları... Yarım şaraplar buruk tatlar bırakır derdi amcam. Amcam öldüğünde ben 7 yaşındaydım. Onu da hatırlamak güzel, seninle. 

Yoruldum artık inan. Emekli olup, yazlık almalıyım. Mangallar yapıp göbeğime soğuk biralar basmalıyım. Komşu çocukların pipilerini sıkmalıyım. Tartışmaktan yoruldum. Açıklamaktan. Bir şair diyor ya. "Seviyorum işte, daha fazlasını yorgunum anlatmaya " Onu da anlıyorum bugün. Ona da içiyorum bu akşam.

Tüm anılar iyidir. Yaşananlar, yaşanmıştır. Olması gereken oldu mu bilmem. Olan olmuştur. Brokoli de iyidir. Eti yanık yapıcaksın biraz. Kameralara el sallamayı unutmayacaksın hem. Son kezmiş gibi öpeceksin sevdiklerini. Dudaklarını banar gibi. Zaman geriye gitmez. Benim ilerleyemediğim gibi. 

Eski günler, eski sesler. Bakmaya korktuğum bir fotoğraf şimdi geçmişim. Yüzüm son anda kaymış, belki bir zamanlama hatası. Belki de yetersız ışık. Kadraja giren bir dolu hayat. İki bisiklet yokuş aşağı. Karanlıkta kırmızı bir araba. Bir otel odasında sevişen aşıklar. Havalimanlarında babamın çakısı. Sakızdan çıkan aşklar... Cüzdan şiirleri var biraz flü. Beyaz çorabıyla bir barda uzanmış bir kadın, arka taraflarda. Hayat bir bakıma güzeldir sevgilim. Her albümün boş bir sayfası, bir sonu vardır. Şimdi gitmeliyim. Mutlu uyu, üstünü açma geceleri. Ocak ayı karlı geçer kuzey yarım kürede ve bende.

müzikle okuyunuz...

eren akgül
7 ocak 2014

4 Ocak 2014 Cumartesi

bulantı



"…..seni ilk öptüğüm zamanı hatırlamazsın tabii."

bir zafer kazanmış gibi, "hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum. thames kıyısında, kew bahçelerindeydi," diyorum.

"ama hiçbir zaman bilmediğin bir şey varsa o da benim dikenler üzerine oturmuş olduğumdu; eteklerim sıyrılmıştı, bacaklarım delik deşik olmuştu, kıpırdasam daha fazla batıyordu. orada stoacılık para etmezdi işte. bana dünyayı unutturmuş değildin, seni öpmek için büyük bir istek de duymuyordum, sana vereceğim öpücük daha çok önemliydi; bir anlaşma, bir bağlantı olacaktı bu. duyduğum acı ne kadar kaba bir şeydi değil mi? böyle bir anda bacaklarımı düşünemezdim. duyduğum acıyı göstermemek yetmiyordu, acı duymamak gerekiyordu..."

jean-paul sartre - bulantı