18 Haziran 2014 Çarşamba

şizofreni bir zeka hastalığı değildir

Bana sarılmamıştı. Belki de hastaydı, belki de bana bulaştırmaktan korkmuştu.

eren akgül

5 Haziran 2014 Perşembe

lık lık birahanesi

Antalya’da, Güllük Caddesi’nin ortasında, pasajın içinde bir Lık Lık Birahanesi vardı. 1999-2002, şimdi uzun sürmüş bir gece gibi hatırladığım üç yıl, hayatım orada geçti. İnsan yüzlerine bakarak. Bir Cengiz Ağbi vardı, yarım saatte bir bira içerdi. Ne eksik ne fazla, kurulmuş saat gibiydi. Saçları bembeyazdı, gözleri yemyeşildi. Ama öyle iddialı bir yeşil de değil, yırtıcı hayvanların sakin yeşil gözleri gibi. Alkol tedavisi gördüğü hastaneden dört sefer kaçmıştı. Hayat canına okumuştu ama dimdik oturuyordu. Sadece Sibel Can dinlerken iç çekerdi. Herkesin zayıf bir noktası vardır, psikoloji bunu gerektirir. Bir Ertan Ağbi vardı, durur durur, “İçmelere gidelim mi içmelere,” diye bağırırdı. “Hepinizin heykelini dikeceğim,” diye de bağırırdı. Hep bağırırdı, sesinin başka türlü duyulmayacağından emindi sanki. Sonra bir kaptan vardı, gemisiz bir kaptan, en az yüz yaşında, en az yüz elli kilo. En tatlı uykusundan matkap sesiyle uyandırılmış gibi sinirli biri. Biz güldükçe, “Hay ebenizin kör kandilini,” derdi. Sonra bir kumarbaz vardı, sıradan bir kumarbaz değil, hayatın her anını kumara çevirmeye hazır biri. Dürümüne tavla oynardık. Para bozdurup yazı tura oynardık. On ikiye doğru yandaki kahvede oyun bitince gelir, benle iddiaya girerdi, bir dikişte içersen benden diye. Çok birasını içtim. Bir sefer altılıyı tutturduk, 142 milyon verdi, şimdiki parayla 142 lira. Sonra DSİ’de çalışan bir Coşkun Ağbi vardı. İpli gözlük takıyordu. Hayatımda tanıdığım en efendi adam olan Atalay vardı. Parliament içerdi, efendi adamların Parliament içtiği zamanlar. Sonra evlendi, seyrek uğramaya başladı. Çocuk felci geçirdiğinden topal kalmış biri vardı, bastonla yürüyordu, bir de motosikleti vardı bu adamın. Bir akşam çıktık pavyona gittik, yan masada oturan adamlarla kavga çıktı. Motorla kaçtık, yolda zik zak yaptı sürekli. Yat limanında oturduk sabaha karşı, kol kadar fareler vardı kayalıkların arasında. Çöpleri toplayan, ayakkabıları boyayan, bütün ayak işlerini yapan, herkesin Muzo dediği bir Muzaffer vardı. Çünkü bu dünyada sefaletin dibi yoktur, her zaman daha kötü durumda olan birileri bulunur. Kasalardaki boş bira şişelerini kontrol eder, dibinde kalan varsa içerdi. Sonra pasajın bir delisi vardı. Barın önünde oturduğum uzun tabureyi sallamıştı bir gece. Deprem oluyor zannedip kendimi dışarı atmıştım. Bunu öğrenince ne zaman beni görse gizlice gelip taburemi sallamaya başlamıştı. Bir gece dövüştük bu yüzden, uzun süre ayıramadılar. İki deli gibi dövüştük pasajın içinde, ben de delirmiştim çünkü. Sonra tabure sallamayı bıraktı. Kavga ettiğimiz iyi olmuştu, yoksa öldürebilirdim onu. Babalarının kendilerine devrettiği Lık Lık Birahanesi’ni Ayhan’la Yalçın kardeşler işletiyordu. Ayhan büyük olandı, kötü polisti, hesapları kontrol eden, maaş günleri veresiyeleri toplayan. Evliydi, geceleri Yalçın’a bırakıyordu dükkânı. Bütün müşteriler gidince Baha’nın kasetini takıyordu Yalçın, Kutupta Yaz Gibi. Bin kez dinledik o albümü. Ölüm haberi almış iki adam gibi sessizce ve her şeyi affetmeye hazır. Sonra kapatıyorduk, evim yolunun üzerindeydi, taksiyle bırakıyordu beni. Ertesi gün ben onu alıyordum, yeniden başlıyorduk. Sonra hayatımı harcamanın değişik yollarını aramaya başladım. Yazmanın da bir çeşit kafa yapıcı etkisi olduğunu keşfettim. Ankara’ya hicret ettim. Bazı akşamlar telefon açıyordum Yalçın’a. İçeride kim varsa muhabbet ediyordum. Bazen onlar kafayı bulup beni arıyorlardı. Yıllar geçtikçe koptuk. Bir ara sokakta, uzun zaman önce terk edilmiş, lastikleri patlak bir arabanın ne anlamı varsa, o günlerin de öyle bir anlamı var şimdi.

Emrah Serbes

XY

Bazen çığlık çığlığa geceler geçiyor, ömürden-önümüzden. Hep bir cam kenarı bulunuyor sigara içmek için, hep unutulmuş bir gazeteye yaslanabiliyor dirsekler. Dalmak için, bir şarkı yetiyor hem, çoğuzaman. En çok annesini seviyor erkek çocukları. Dalmak için en güzel şey bir kadının kucağı ve seni ne olursa olsun bırakmayacağını bildiğin. En çok annesini seviyor erkek çocukları ve evet en çok ona kızabiliyor, babasına küstüğünde, arkadaşlarıyla oynayamadığında ve cevdet en sevdiği oyuncak arabayı kırdığında.

Çökmüş bulutların arasından martılar uçuşuyor, her ne kadar gerçekte güzel  bulmasa da bir ressam; resmediyor bir kaçını... Yakışacağını düşündüğü bir gökyüzüne elbet. Gökyüzü olur da deniz olmaz mı hem? Mavisinden, en fiyakalısından. Mart geçince içinde, simitler tutuşturuluyor insanın eline. Sıcak olmasa da seviyorsun sonra. Bir sıcak çay yanına. Elbet bir sigara bulunuyor her ince belli bardağın yanına. Elbet bir vapur gölgesi, öpmek için izmaritleri içine çeke çeke. En çok annesini seviyor erkek çocukları ve babalar kıskanmıyormuş gibi yapıyor. 

Her çığlığa bir bebek uyanır o mahallelerde. Bahar geldi diyorsun sonra, anlıyorsun. Açık kapılı balkonlardan, bir bir yanıyor ışıklar. En çok annesine ağlar erkek çocukları. Erkek olur babasının yanında. Bu y kromozumundan elbet. Duygusallıklarımız illa ki x kromozumundan. "X" ayrıca bilinmeyen olarak geçmiştir matematiğe. Ya da bir çarpım işleminin sembolü. Hatırlarsan defalarca bilinmeyen bir hisle çarpıldığını. Ve bu yüzden 2 kere nefret edersin ergenlik yıllarında bu dersten. 

Bazen çığlık çığlığa geceler geçiyor, önünden, önümüzden. Hep bir kalp ağrısı bulunuyor, bir sigara içmek için. İlla ki dolapta unutulmuş bir bira var ya da cam kenarında. Dalmak için bir kadın yetiyor hem. Annesine ihanet edercesine seviyor bazen bu koca erkekler. Ama en çok annesine ağlıyor. Ağlamak için en güzel yer bir kadın kucağı ve seni ne olursa olsun bırakmayacağını bildiğin... Ve annesi kulağına fısıldıyor;
"Tüm terkedişler, aslında terkediliş midir? Bir insan ne kadar uzaklaşabilir ki bir başkasından?"

Eren AKGÜL