7 Kasım 2013 Perşembe

karaoğlan

Yapamadığımız

-Rahşan´a- 

akşam kapı eşiğinde bir terli giysi gibi 
soyunmak vardı derdinden evrenin 
bir entari serinliğini giyinmek 
kendi derdini tespih gibi çekmek elinde 

yün örmen vardı akşamları koltuğa gömülü 
karşında polisiye roman okumak vardı 
sorgusuz bakışmak yoruldukça gözlerimiz 
sevinçsiz gülmek üzüntüsüz ağlamak 

oturmağa konuklar gelmesi bazen 
çevresinde bir masanın kaygısız 
sıcacık konularda bir demli çay gibi 
bilmedik komşularla konuşmak 

dünyamızla uyuşmak vardı 
oyunda sonunu görmeden oynamak 
sevinebilmek kazandığına 
yitirdiğine yerinebilmek 

düşünmiyebilmek yoruldukça düşünmekten 
kamaştıkça örtebilmek gözlerini 
düşlerde bile ışıktan sakınarak kendini 
uyayabilmek vardı vaktinde rahat

Bülent Ecevit

8 Ekim 2013 Salı

fantastik

Fantastik filmlerden sonra çatıya çıkar supermen olurdum. Oysa annem doktor olmamı isterdi. Okulda vatana ve millete yararlı bir genç olmam gerektiğini söyleyen öğretmenlerim de vardı. Oysa ben uçan süpürgeme atlayıp kaf dağında çikolata dişlerdim geceleri. Herkes kadar büyüdük sonra. Herkes kadar keder gizledik gülümsemelere. Ha lafı açılmışken söylemeliyim, kimse senin gibi gülemez. Gülümsemen de çikolata eritmek istiyorum bazı-bazı...

Öyle ya uçamıyorduk. Büyüdükçe daha da zor inan. Bazı kravatlar boyun keser demişti bir zaman dayım. Oysa ben onu hiç anlamamıştım. Denememiştim bile... Şimdi anlıyorum. Uzun lafın kısası yaşlanıyorum. Kestirmece kelimeler seçiyorum sana, zamanım dar. Beni sevmelisin. Tek şartım bu. Zamanım dar diyorum, ve beni sevmelisin. Öyle kıytırık muhabbetlerle olmaz. Elimi tutmalısın misal. Diyorum ya yaşlanıyorum. Belki ufak bir öpücük sonra. Ben yıllar sonra dama çıkarım. Yırtarım gömleğimi. Hem belki ben de seni öperim. Kim bilir belki uçarım da. Elele çıkarız bayram gezmelerine. Anneme doktor oldum derim sen göz kırparsın, hınzırca. Belki ben de gülümserim. 

e. akgül

19 Eylül 2013 Perşembe

birbirine platonik

Şimdi melankolik yürüyüşler yapıyoruz, ayrı-ayrı. Biraz sağlık için, biraz ihtiyaçtan. Artık cümlelerimiz kısa ve havadan sudan. Bunu dünya'nın en eski ve yazısız kuralı olarak kabul etmişiz. Sen daha çok gülüyorsun, ben daha çok konuşuyorum. İkimiz de birer çay söylüyoruz. Biraz ucuz diye, biraz en akla gelen seçenek olmasından. Uzun uzun karıştırıyoruz. Bu şimdi bir stil bizde. Tarzımızı koyuyoruz platonikliğe. İki birbirine platonik. Dünya'ya yeni bir bakış açısı getiriyoruz. Tüm kavuşamamalı filmlere bir seneryo. Tüm ayrılık şarkılarına güfteler yerleştiriyoruz. Bu bizim için bir stil oluyor...

Şimdi boş konuşmalarda gizlice birbirimize bakıyoruz. İkimizde sıkılıyoruz, ayrı-ayrı... Çok bakışırsak birimiz muhabbete giriyor. Bu bizim kamuflemiz oluyor. Biraz ihtiyaçtan, biraz zeki miyiz ne? Böyle durumlarda cümleler uzun oluyor. Yüklemleri de yüklem hani. Bayağı eylem ifade ediyor. Sonlarına ünlemler yerleştiriyoruz. Bu bizim tarzımız oluyor. Bir imza son sayfaya. Yada iyi dilekler bir kitabın ilk sayfasına. Sonra birer çay daha söylüyoruz. Bu sefer sırf öylesine söylüyoruz. Ağır ağır bir şarkı başlıyor, şimdi. Yan tarafta ki kafeden sokaklara yayılıyor. Çok güzel geliyor sesi. Kimin söylediğine dair tahminlerde bulunuyoruz, içimizden. Ayrı-ayrı... Üzülüyoruz da tabii. Üzülmez mi insan hiç. 

Ben yine saçma sapan şeyler anlatıyorum. Sen olman gerekenden daha dikkatli dinliyorsun. Eminim çok şaşırıyorsun da... Bir an her virgülde öpesim geliyor seni. Sen tabi daha bi ilgilisin.. Ellerimiz de kolumuzda ne kadar varsa tüy, hepsi ayakta. Kalkmışlar olan bitene, şaşkın. Ben futbola geçiyorum, sen telefonuna sanki hemen, o anda biri arayacakmış gibi sarılıyorsun. Golsüz bir beraberlik bu. Hem dostluk maçı diyoruz adına, hem ataklarla savaşıyoruz birbirimizle. Sen geç olduğunu söylemek zorunda kalıyorsun. "geç oldu artık, gitmeliyim" diyorsun. Ben geç olduğunun farkında, üzülüyorum. Sana geç kaldığımı, herşeye ve kendime. Yanak yanağa vedaya özen gösteriyoruz. Önce el uzatmayı bile atlamıyoruz. Birbirine platonik ayrılıyoruz. Asla son gülümsemeyi unutmuyoruz... Biraz ihtiyaçtan, biraz gereklilikten... İyi geceler.

eren akgül

11 Eylül 2013 Çarşamba

çocukluk

Uçurtmam tellere takıldığındai tüm elektrik kurumlarına sövmüş adamım ben. Tesla'ya bile giydirdim. Beni böyle kabullen sevgilim. Kendime kızamayacak kadar çocuğum akşam üstleri... eren

3 Eylül 2013 Salı

gazze

hiçbirşeyi doğuran bir anne gibi, 
sancılandı sabah rutininde gazze. 
sıcacık bir güneş peydahlandı 
kumla arasından... 
elleri yüzünden kara bir gençtim 
yıkıntılar arasında. 
yüreğim öyle küçülmüştü ki ... 
eriyiverecek o ateşte diye hep koşuyordum. 
koştuğum hep buz gibi bir su sanıyordum rüyalarımda. 
bilmezdim bir damla sen için kayboluşumu... 
burada her patlamada bir kadın çığlığı, 
ardına bir ergin cenin feryadı... 
sanırsın ezanlar okunacak gelişinin şerefine o nur topunun, 
bilmezler doğanın sadece kin olduğunu... 
gözleri çevresinden renkli, 
ıslak bir adamım savaşın ortasında. 


düşmanla yaren arasında, 
doğru ile yanlış arasında, 
ölümle yaşam temasında... 
ama aklımda bir damla senle erimek korkusuyla... 
hep koşuyorum sevgilim, 
cesetler gölgesinde, aşk semasında... 
bulduğu umduğundan fazla bir gencim gazze diyarında. 
yıldızlara bakamaz olmuşum korkumdan. 
sarmış toz duman her birini... 
zaten bayrakları da gasp edilmiş bir yıldız değil miydi? 

göz yaşının buharlaştığı cehennem sıcağında, 
bir soğukluktan sesleniyorum sana. 
burada her yıldız kayışında bin eşkiya kahkaları... 
unutmakla hatırlamak arasında bir avuç, 
göz görüyorum sokak arasında. 
kimse kapatmıyor gözlerini, 
bir daha göremezsem şu yıkık kenti, korkusuyla... 
sen oradasın, ruhumun başkentinde... 
elinde kurumuş bir çiçek, beni bekliyorsun. 
ben burada voltajı düşürülmüş eski bir yıldız, ablukadayım... 
zaten bayrakları da hapsedilmiş bir yıldız değil mi? 


eren akgül

ÖYLE

Kaçardın sen ağaçların arkasına, 
ve ben aynı aşkla koşardım arkandan. 
tutardım da hani ağaçlardan, dallardan. 
eski filmlerde ki mutlu aşıklar gibi hani... 
sonra ben kör olurdum, bulamayınca seni. 
arabalar çarpardı, en işlek caddelerde. 
açılmazdı gözlerim... 
çıkar gelirdin sonra, ben sarhoş, ben bitkin. 
"bu ellerle mi" dercesine bakardım. 
geç kalmış sarılmalarına... 


EREN AKGÜL

2 Eylül 2013 Pazartesi

alıntı yine

Bir gün tanışacağız, arkadaşlığımızın arkadaşlık düzeyinde kalmayacağını bilerek arkadaş olacağız, sonra sevgili. Bir ay, altı ay, üç yıl. Sonra ben, bir akşam ya da sabah ya da gece yarısı, henüz sen beni terk etmemişsen tabii, herhangi bir neden belirtmeden çekip gideceğim. Çünkü veda konuşmalarını beceremem. Becerebilseydim altı sene önce evlenmiş olurdum. Nasıl ayrılacağımı tahayyül edemediğim için evlenemedim. Ama bu ayrı bir konu. (Ve sana –bir cümleye “ve” ile başlamanın ona ilahi bir ton kattığını Jonathan Safran Foer’den öğrenerek kullanmaya karar verdiğimi de belirtmek isterim– erkek dünyasının tam kalbinden bir tavsiye, bu tarz dostane veda konuşmalarını becerebilen adamlardan uzak dur lütfen. Onlar bir gece uyanıp seni kıtır kıtır kesebilecek kadar kendine güveni yerinde adamlardır. Onlar en düşmanca hislerini bile dostane biçimde ifade edebilen gerçek erkeklerdir, onlar ergen değildir. Ece Temelkuran ne güzel kadın.) Her neyse. Ve sen kendini bok gibi hissedeceksin. Haklı olarak. Ve üzüleceksin. Ve sen üzüldüğün için ben de üzüleceğim. Ama bunu çaktırmayacağım. Ve sen benim taş kalpli ve vicdansız biri olduğumu düşüneceksin. Götün önde gideni olduğumu düşüneceksin. Bu düşüncelerini bir terbiye süzgecinden geçirip smslere dökeceksin. Ve ben onları okurken şöyle düşüneceğim, “Sanırım ben bu dünyaya insanların kalbini kırmak için geldim.” Sonra bir gece saat ikide, alkollüyken telefon açıp bağıra çağıra dökeceksin içindeki bütün zehri. Ama benim kafam o an yazdığım şeyin zehriyle dolu olduğundan senin zehrinden etkilenmeyeceğim ve diyeceğim ki, “Yarın akşamüstü bir kahve içmeye ne dersin?” Ve sen de diyeceksin ki, “Yarın akşamüstü gelip seni bıçaklamama ne dersin bencil piç? Bip bip bip biiiip…” Her neyse. Dışarıda kahve içmekten nefret ederim zaten, evde yeterince içiyorum. Kahve içelim dememin nedeni, bira içip duygusallaştıktan sonra aynı döngüye tekrar başlamaktan korkuyor olmam. Sonuçta bir gün, o kahveyi barış içinde içeceğiz, havadan sudan konuşacağız, herkesin herkessiz yapabileceğini bildiğimizden (Tezer Özlü ne güzel kadın); kendimizle, o ana kadar ki bütün aptallıklarımızla dalga geçebileceğiz ve en sonunda, “Ne güzel böyle, bunu her zaman yapalım,” diyeceğiz. Masaya gelen, donmuş sümüğü üst dudağına yapışık çocuktan selpak ve bu işi sadece hayır için yaptığını iddia eden adamdan tükenmez kalem alacağız. Selpak mı kalem mi diye soracağım. Tabii ki de kalemi seçeceksin. Sonra aramızdaki sessiz anlaşmaya uyarak, bir daha bu kahve faslını hiç tekrarlamayacağımızı bilerek, ayrı yönlere gideceğiz.

emrah serbes

21 Ağustos 2013 Çarşamba

kurtuluş


Ankara'da ilk sevişmelerin temeli kurtuluş parkında atılır. Ondan sonra ya yüzük ya kelepçe. Belkide bu yüzden parka hem evlendirme dairesi hem karakol koymuşlardı .  eren akgül

19 Ağustos 2013 Pazartesi

benler

"hiç kimse hiç kimsenin ses olsun diye açık bıraktığı televizyonu değildir." feyyaz yiğit/aptal

Kudret, afilli cümleleri hep bir yerlerden duyup bize yetiştirirdi. Onda bir belediye anonsçusunun üzerine yakışmayan ciddiyeti vardı. Sesi mimiklerinden önce değişirdi. O çarşamba günü gelip bana bunu söylemişti. Başta ilgimi çekmedi, dalga bile geçtim hatta onunla. Dalga geçmek erkek milletinin duygulardan en güzel kaçış yöntemidir. Böyle parçalı bulutlu günler dalgalı olurdu tabii ki hepimiz için.

Kendimi onun için açılmış yüzü hiç önemli olmayan müzikleri güzel konusu berbat bir film gibi hissettim. Başrolünde kimse olmayan herkesin figüran olduğu bir film... Sesimiz ara ara yükselirdi elbet, bazı sahneler aksiyon doludur biz erkek milletinde. Hemen belli belirsiz bir el uzanırdı ve kısılırdı sesimiz. Muhtemelen Tesla'nın götünden uydurduğu o frekanslarla. O an düşündüm tüm bunları. Benliğimin ortasına bir ateş yakmıştım da etrafında tüm duygularımla oturmuştum. Bir yanım elinde çomakla ateşi karıştırıyor, bir yanım kor halindeki o ateşin muhteşem görüntüsüne hayran olabilmek için elinden geldiğince çabalıyordu. 

Derken biri konuştu ateşin etrafındakilerden. Kızgın tarafım olsa gerek. Olabildiğince bağırıyordu. Bir benlik ne kadar bağırırsa o kadar... Seni suçladı saatlerce. Dönmeliydi dedi. Kaç defa araya girmeye çalıştım, sebeplerin olduğunu söyleyecektim ki... dinlemedi bile. Dönebilirdi dedi. Sevmek ne kadar zor olabilirdi ki dedi. Bazı benler buna katıldı. Bazıları ise katılmasa da ağladı. Kızgın olan iyice hiddetlendi, belki ağladığımıza belki, o da ağlamamak için. Dipsiz kuyuların içine bir çocuk taş atmadıkça bilinmez suyla dolu olduğu. Her zaman nerden bulucaksın çocuğu böyle kuyuların yakınında. Hadi buldun diyelim, bu kadar dengesizini...

Araya girebilen naif ben oldu. Bazılarımızın hatalarından başladı konuşmasına. Suç bizde dedi. Hata yaptık. Sevmek bir çikolatayı sevmek gibi olmamalı dedi. Yutkunmadan ilerledi. Yutkunsa bir başka ben parçalardı onu, biliyordu.. 

Daha ağlak bir ben bitene kadar bekledi. Belki daha uzun. Biraz düşündürdü bunlar bizi. O sadece anılardan devam etti. Anılar bitmek bilmeyen zulümler gibidir oysa. Sadece iyi olanlar konuşulur, hatırlanır. Sevdiğin bir şarkının sadece nakaratı gibi akıldadır. En çok orayı söylemeyi seversin. Belki sadece orasını bilirsin...

Sesimiz kısık, bulanık bir ekrandan baktık sana... Neyle meşgüldün ve neden kapatıp gitmedin, hiç bilemedik. Kapatmadı o da seviyor dedi, bekledi bir tarafım. Sinirden köpürerek, küfürler yağdırdı bir diğer tarafım. Beklerken hüzünlü olanlar da vardı, artarda sigara içenlerde. Sigara ne yavaş bir intihar biçimidir hem. Beklemekle harmanlanır, gözyaşı ile servis edilir. Bu yüzden her izmarit biterken boğulur parmaklarla. Bu yüzden insanlar sevmez sigara kokusunu. Bitmiş sevdaları hatırlatır sigara kokusu. Batıl inançla odasında içirmeyenler bile çıkar, o lanetin ona geçeceğini düşünerek. Bu yüzden devletler yasaklamak için elinden geleni yapar bu mereti. Bu yüzden mekanlar kaybetmiş insanları içeri almamak için kapalı alan zımbırtısını doğurmuştur.

-Sigara Öldürür- sevdiklerinizi düşünün...

Her pakette 20 birbirinden beter an bulunur. Seviştikten sonra içilen sigaralar bize nuri alço'dan miras zihin alışkanlıkları... Yok öyle bir keyif sigarası.

Benliğimi bulamıyorum. Her kültablasında yakılmayı vasiyet etmiş sevdalar var şimdi. Külleri sahillere serpilmek suretiyle. Her kibrit biraz cellat muamelesi görüyor bizim nesilde. Ve sen neredesin?

Benliğimi buamıyorum diyorum. Bunun için çok konuşuyorum. Çok konuşmak biz de aileden. Kaybetmişliği kabullenmemek gibi ırsi. Daha önce de dediğim gibi. Her erkeğin susup arkasını döndüğü anlar vardır. Yüzünde kibrit aydınlanmasıyla... Sesimi aç. En sevdiğin program olmalıyım. Her saat yayınlanmalı, gece tekrarlarında seninle buluşmalıyım. Sesimi aç. Bırak komşular etsin lafını, kalorifere vursunlar. Uyuyamasınlar... Sesimi aç... Tekrar, tekrar izle beni. 

eren akgül

13 Ağustos 2013 Salı

bir şey söyle, naber de mesela.

"...onun savunma yöntemi benim ona yaklaşma isteğimden daha etkiliydi." demişti stefan zweig. 

Ben de demiştim elbet. O daha güzel süslemişti. Biz de hep bir delikanlılık yaştan. Anlatmak istediklerimizi gururla yoğurmalar. Oysa şimdi anlıyorum gurur kaybederken kıvamını bulurmuş. Neredesin acaba şimdi?

Kim derdi ki jolene'i yıllar sonra bir kız çocuğu çıkacak ve hepsinden daha güzel söylecek diye. Sen duysan güler geçerdin. Terbiyen olmasa ah olmasa çekerdin siktiri... Biliyorum yapardın. Herkes kadar terbiyesizliklerimiz vardı gerçi. Belin normal hayattakinden fazla kıvrılırdı geceleri ve kalbin garip atardı. Kalbini çevreleyen göğüslerin vardı bir de. İyice konudan kopartıyorsun beni ama ah o salınışların...

-Aşık bir sigara yakar. Kadın gider. Perde kapanmaz. Bir duble acılık kalsın diye herhalde, ağızlarda)

Hem neredesin sen şimdi? Bir çay koysan da öyle konuşsak yani. 1 kahvenin 40 yıl hatrı yok mu bu yüzyılda? Üçü bir aradalar sayılmıyor mu yoksa bakkal amca? Kampanyası mı bitti, sus... Kaldıramam bu kadarını. Çocuk gibi üzülüyorum. Dondurmasını yere atmış bir çocuğum, kaldırıma ayrı dondurmacıya ayrı sövüyorum. Dondurma olabildiğince beyaz omuzlarında biraz kakao. Seni düşündükçe şimdi boğazım ağrır geceleri.

Allah aşkına neredesin, kiminlesin. Bak soru işaretini de bıraktım. Yemişim diz üstü etekleriyle, edebiyat hocalarını. Ne kadar ünlemli seviyorum ben. Daha kaç nokta koymalıyım pişman olduğumu anlatabilmem için. Her ergen kadar 3 nokta var işte ceplerimde. Dünya'da demişsin son şiirinde. Başka insan kalmasa, yalnız öleceğimi bilsem, öznelerde sen olmazsın.Böyle cümleler için yaşlıyım ben. Yaşlılık, yaşanmışlık anlamına gelir bazı köylerde. Unutma bunu. 

Çünkü unutmak felsefede anlamsız bir sözcüktür. Kimse unutmaz der freud. Karalar. Karaladıkca, akılda kalır. Her darbe unutamama sokağında bir sanatlı dönemeçtir. 

Evet ve geyik biter. Neredesin. Sözüm söz. Soru işareti yok. Ama bir ses ver. Sevmiyorum de mesela. Olumsuzluk da diyaloğun gereksinimlerinden. Beni duyuyorsan parmağını oynat. Göz kırp. Yaşadığını aptal makinelere ispat ettirmene gerek yok. Çağ bilişim çağı, eyvallah. Ama aşk da bu kadar tıbbiyeye lüzum yok. Kahkaha at. Kahkaha da kabulümüz. Ölçüsü dört-dörtlük olsun. Dalga geç. Hakaret et. Küfret ki sesin gür çıksın misal. Gür çıksın ki daha iyi duyayım seni. Hatıralara ihtiyacım var, sesine ihtiyacım var. Ay ben utanırım diyorsan tahtaya dön de söyle şarkını. Çocuksuluk da kabulümüz...

eren akgül




10 Ağustos 2013 Cumartesi

bekleme salonu yalnızlığı

 
Leyla ile başladığımızda ki karın ağrısı bugün de içimde. Araba tutan çocuklar gibi elinde poşet bekliyorsun, bir yandan da "kek de verir mi acaba muavin abi" tedirginliği. Beklemek o kadar çılgınca bir eylem ki. Eylem dedimse hemen aldanmayın. Beklemek çok da eylem barındıran bir sözcük değil oysa. Hayat akıp giderken sigara içmek gibi en kuytuda. Misal sen takıcaksın koluna beyfendiyi ben eve gidip içicem. Beklemek dediğin bu kadar aslında. Bir nevi askerlik gibi her belli yaşa gelmiş erkeğin çekeceği bir halt.

Neler duymuşsun neler. Ulan Leyla, senin adını çığırırken dost meclislerinde 2 kişi zor taşırdı eve, bunu anlatmadı mı muhbirlerin. Ah 3. tekil şahıs piçleri. Hep kıskandıkları hayatlara bok atarak yaşadılar. Onlara değil de aslında sana kızıyorum ben. Kulaksa bizde de var ağızsa aynı adamlardan bizde de sürüyle. Ben de mi inansaydım girip çıktığın evlere, aynı projede ki çakal arkadaşlarına, asistanlarla kırıştırmalara. Yapmazdın, yapmadın, yapmayacaksın.

Ben de yapmadım işte. Birini sevmeye çalıştım ekran kartım kaldırmadı. Bunu da zaten anlatmışımdır. İnsan bir kere aşık oluyor derler ben de derim ara sıra ama iş artık o boyutu aştı. Neyse konu bu değil içim acıyor. En güçlü gözüktüğümüz giysileri giyiyoruz. En takmaz tavırlar aksesuar olmuş üzerimizde. Saçımı bile farklı tarıyorum ayaktayım dercesine. Ama hepimiz biliyor ki 5 seneye kelim. Beklemek bir bebeği kolay ah o arada sancılar tutmasa.

Evlenirsin belki bir gün. Onu da yaşadım başkası koymadı ama bu sefer ne halt ederim bilmiyorum bak. Garanti veremem küçük altına , umut veya mutluluk konuşmalarına. Müslüman olmasam belki vaftiz baba felan olur yakınlaşırım sana ama bu da yemez üniter aile yapımızda. Yalandan mutlu olurum Behzat ç. de ki harun gibi senden önce takarım yüzüğü. Ama aynı harun gibi senden önce atarım aynı yüzüğü. Yüzük yine neyse ne. Daha kaç insan kaldırcaz yerden yüzükten önce düşmüş...

En müşkül durumlarda Brian Crain'den Fire dinliyorum. Boğuk bir hüzün kaplıyor içimi. Ağlıyorum desem yalan olur ama ağlasam bundan daha delikanlıcadır eminim. Elim yüzüm seyriyor. Ve yankılanıyor "sevmiyorum".

Bir insan daha ne kadar ne konuşabilir ki diyorum. Aklıma afilli filantalar'dan bir cümle geliyor. "Gidiyorum diyen birine, temelli mi diye soran insan sen ne kadar güzelsin" Ordaki adam kadar kendimi saf ve salak hissediyorum. Ama insan yine de soruyor, hiç mi?

Ya leyla rambo bıçağıyla pasta kesilmiyor artık bu şehirde. Otel odasında hasta hasta sevişmiyor artık bu şehrin gençleri. Hepsi yavaş yavaş büyüyor ve büyümek yavaş bir intihar biçimi, şüphesiz.

Karın ağrısına ne iyi geliyordu? Sigara...

Zaman zaman insan Dünya'dan kopuyor. Beklemek diyorsun elbet bazen çeliniyor aklın. Bırak ulan tatavayı diyorsun hayatımı yaşarım. Hayatta hiç bir şey gaza gelinmiş kararlardan daha acı değildir. Öyle özsüt'de yeni tatlı denemeye benzemez. Beğensen de beğenmesen de sike sike ödetirler o hesabı. Burda beğenmediğin şeyin tatlı olup olmadığını bile bilemiyor insan. Hata yapıyorsun, sevgilinden önce rtük kesiyor cezayı. Şaşırmamak lazım bu ülke tülin ve Caner için rahat 6 ay harcamış bir ülke. Bizi mahvetmek için 6666'ya mesaj atmasına da gerek yok. Ben şaşırmıyorum bu benım yeni hobim.

Şaşırmayan adama rahat deniyor. Ha bak buna tavım. Çok rahat adammışım, kimseyi takmıyor muşum leyla. O zaman neden uyuyamıyorum? Rahat batıyor herhalde. Beklerken uyuyakalmalı insan. Rüyalar çünkü genelde tatlı ya da uyanabileceğin kabuslar var en azından.

İnsan bekler marifet değil bu. Bende beklerim. Ama bir başkasını beklemeye mecbur edişin beni. Senin yanında eşantiyon itelenmiş bir adam. Bunu kabul etmek haluk Bilginer'in tabiriyle. "Görünce içim cız etti. cız etmek de ne tornavida yemiş gibi oldum"... Buna daha fazla sözcük ekleyip, çıkaramam. Yarasıyla oynayan 3 yaşında çocuk gibi hissettiriyor.

Ben beklerim leyla. Sen net konuşursun ben 3 nokta severim. Sen gülersin ben çok soru sorarım. Kişilik meselesi bu. Sen değişmezsin ben zaten değişsem karşında olmam. Özet: Bende değişmem. Yani beklerim.

Erken kaybedenler'de bir yasemin var. Benim durum Emrah serbes'den de bok. Cümlelerimi onunkiyle bitiricem. Bugün ne kadar zorlasam da beynim çalışmıyor. Elif şafak stayla ordan çal burdan ekle kitap bile yazarım. Adını da leyla ve piç koysam. Olur mu olur bakma öyle, hayalci tarafım beni hep aşağı çekiyor. Bilmiş bilmiş bakma, gül sadece.

Diyor ki ; beni bu dertten sadece yasemin kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz süre istedi. 7 sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyorum. Daha çok gün batımlarında...

eren Akgül

30 Temmuz 2013 Salı

buğu yapardı ocak da bazı kelimeler

Bağırdım, çağırdım. O günü hayatımda hiç unutamam. Bunu dost sohbetlerinde çok gez dile getirmiştim. Benim korkum daha da dile getirebilecek potansiyelimin olması. Annem bu huyumu babamdan aldığımı söyler hep. Oysa babam ne kadar sıcak kanlıdır. Nasıl da acımasızlaştım... Ara sıra bu sinir nöbetlerinde kendime geliyordum. Aklımdan hiç çıkmayan o 2 ağlamış göz. Kadınların gözleri nasıl da etkiliyor insanı. Daha önce de dediğim gibi soba üzerinde kıvrılan mandalina kabukları gibi dudakları. Öyle yorulmuş bu tartışmadan ama o da benim gibi vazgeçmiyor. İnsan Einstein'ı ne kadar özleyebilir böyle zamanlarda? Bir zaman makinesi belkide ihtiyacımız, ya da daha zoru tevazu, biraz sakinleşmek. Hayatımızın en uzun yolunu yürüyoruz işte. Bir ayrılığın en kötü anı malum konuşmanın sessizliği. Düşüncelerin uğultusunda şimdi ölülerini topluyor zaman. Beyaz bayraklar bir sonraki tartışmanın habercisi olma gururuyla salınıyor. Oysa hala güzel kokuyorsun, başka kokuyorsun. "Başka" ne güzel kelime. Seni başka nasıl anlatırım. Betimleme ne kadar çaresiz kalabilir şimdi?

En uzun yolu yürüyoruz şimdi, senin evine doğru. Oysa bana yakın diye tutmuştuk. İroniyi sevmediğimi farkediyorum işte şu yaşlarda. Olgunlaştığımızı düşünüp ağır ağır çürüyoruz zamanla. Buna yaşlanmak diyoruz. Hep bütünlemeye kaldığımız zaman muharebesi...


Dedim ya o günü unutamam. Ne yapacağımızı kestiremedik önce. Ayrılma tecrübesi yok işte. O derece çaylağız. Sen gitsen mi kalsan  mı bilemedin. Ben nasıl döneceğimi mi düşünsem, nasıl kalacağımı mı. Orda dursa kalbim. Orda başlasam hep hikayeme. Orda yaşlansam, belki sen de olurdun hem orda? Seni bana getiren 2 sandalye olsa, yine batmakta ama tekrar doğacağından emin olduğumuz bir güneş de olsa orda. Sahilde olsa, en önemlisi sahile dönük de olsa sandalyeler. Bunun yerine acemilikler ve tek tek uzaklaşan adımlar. Birden durduk sonra hatırlarsan. Sen duraksadın ben sarıldım. İroniyi sevmeye başladım. Birine son kez sarılmayı anlayabilirdim, bir filmde görsem belki ağlardım da... Ama sana son kez sarıldığımı bilmek...Sen sonra kokumu içine çektin. Ruhum uzaklaşarak kayboldu karanlıkta. Ve o dönüş hiç bitmedi seni orda bıraktıktan sonra. Şimdi bile ne zaman geçsem ağlamaklı olurum o sokaktan.


Bunları sana hep anlatmak istedim. Belki dinlerdin de, dinlemedin. Ya hep konuya girmeye çalıştık ya da hep savunduğum gibi kendimize acımayacak kadar gururluyduk. Her şeyden önce çocuktuk. Beni dinlemek istemediğini bilmek o yolu hergün tekrar tekrar geçmek gibi. Ama anlatacağım ne varsa anlatacağım aklımda. Çünkü sen "unutma" demiştin. "unutma beni"... O konuşmadan bunun tek taraflı bir anlaşma olduğunu çıkaramamıştım esasen. İçimde bir yerlerde buna karşı çıkabiliyorum ama hala.


Ekim aylarında çekilmez bir şehirdeyim. Seni ilk gördüğümde oradaydın biraz çelimsiz, biraz konuşmayan. Normalde de pek konuşmazdın zaten. Ama benim yanımda çözülürdü dilin. Bunu severdim ben. Belki de bu yüzden kimseye kulak asmadım. Hep sessizliğinden şikayet ederlerdi. Ben bilirdim ama ne kadar da canlı olduğunu ve kendimi özel hissederdim. Ama hep hırçın bir tarafının olduğunu da düşünmüşümdür. Kontrol edilemeyen yanların, seni sen yapan. En önemlisi beni hep sevdiğini bilirdim. Uzatmayayım, bir aralık akşamında sende buldum kendimi. Tutku kalp çarpıntısından sonra gelir. Nasıl ki yıldırımın önce sesi duyulur, işte öyle... O zaman da beni dinlememenden korktum. Ve yazdım. Yazdım, aklıma o an ne gelirse. Buğulu bir kütüphane camından bakmayla başladı bu hikaye. Seni izlerdim sadece o zamanlar. Yürüyüşün, gülüşün. Hemen utanırdın bir de sen. Çayda içerdik eski koltuklar da. Bazen beni hiç sevmeyeceksin de daha çok yazıcam diye korkuyla dolardı içim. Bir gün beni sevdin. 2 sandalye de sahili izliyen 2 adam dı benim başaramadığımı sana gösteren ve ben hep bunun ilahi bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Bunu bana anlatan mesajını betimleyebilmem için kalp krizi geçiren bir adamdan tüyolar almam lazım galiba.


Bisikleti severdin sen. Azcık da çakaldın. İyi bisikleti hep kendine alırdın. Çakallıklarını da severdim ben senin. Bedavası olan cornettolar için yorduğun bakkalları da severdim. Pazarlık yapıp almadığın kıyafetleri, masraf olmasın diye beni kaçırdığın o kafeleri de... (Bünyanlı) Bir şehri dudak dudağa izlemek gibi sephida fotoğraflarda, bisikletteyken rüzgarı hissetmek. 


Ankara'da soğuktan donmuş bir burun hatırlıyorum. Babasının kırılmış burnunu suçlayan bir çocuk tanıyorum, kendi burnunu beğenmeyerek. Omzuna yanağından damlamış çikolatayı anımsıyorum. Bütün bunları senin yitip giden uçurtman gibi değil, onu hala uçuyoruşçasına hatırlıyorum.


Sarhoş bir kız hatırlıyorum eskişehirde. Kayalıklarda bacağıma yatmış. Aynı şehirde tren manzaralı bir oda hatırlıyorum. Tekilası pahalı bir bar 222 park. 16 liralık 2 öğrenci bileti Ankara'ya. Başkent bu boru mu? Astsubayların ordu evinin farklı olduğunu öğreniyorum bu yolculuk da, ayrıca. Garipsiyorum bunu. Koltuk numarası 13-14. 


Saçlarıma maşa yaptırabileceğimi düşünüyorum yine sıkılırken büyük ihtimal. Senin altında zebra taytın. Sonra cüzdanında sakızdan çıkan aşk çıkartmalarını biriktiren bir kadın görüyorum. Yaşı şimdi olsa olsa 23-24... Buralarda gülümsüyoruz oldukça. Bu hikayede kavgalar, kötü karakterler çok tabii. Ama bunları her filmde defalarca anlattılar. Öyle bakma bana. 


Bir de öğrendiğim en iyi yer oldu arkadaşım sağolsun. Güllük kavşağında taksicilik yapabilecek kadar iyiyim. Beyaz bir şey var üzerinde soda almaya çıkmışsın sözde. Ramazan'da bu yalan yüzünü güldürüyor senin. Tekrar kokunu içime çekiyorum. Bu sefer sen çaktırmadan yapıyorsun. Kollarımı tutuyosun, sıkıyosun. Yine acemice davranıyoruz, 2 soda kapıp eve koşuyorsun işte.


Anneni hatırlıyorum terminalde. Ben savaş veriyorum muavinle ama beni anlamıyor. Sen zaten sevmezsin yalnız yolculukları. O gün sana deri montun yakıştığını öğreniyoruz. Ben patik beğeniyorum bir mola da bünyanlı burda pahalı olur diyor ve bir daha hiç göremiyoruz o patikleri. Bir ara uyuyorum sonra. Zaten ben hep uyuyorum. Gözleri açılmadan uyanır bazen insan. Senin ellerin dudaklarımda geziyor. Bunu sana hiç söylemiyorum, uyuyormuş gibi yapmaya devam ediyorum. İçimden ağlamak geçiyor o an. Nasıl bu hale geldik diyorum. Birbirimize dokunmak için uyumamızı bekliyoruz. Sonra az sevinç doluyor klimayla beraber, o da hala seviyor diyorum. Bunu senden bir daha hiç duyamıyorum elbet... Artık kahin gibi yaşamam gerekiyor manalar yüklemek biraz şair gibi acı çekmek azcık insan gibi... 


Dedim ya o yol çok uzun. Bitmiyor. Her adımda bir hikaye, biraz kavga, biraz muziplik. Bunları konuşmak istiyor insan. Hem insan merak ediyor. Azarlanmayı da özlüyor bazen. Ama keşke azarlamasan. Belki diyorum şimdi başka birini tutuyor o elleri. Ona da seviniyor insan mutluluk gibisi var mı? Ama o son sözlerin. İnsan en çok canı yandığında yakarmış başkasınınkini. Canı mı yandı diyorum çocukca, acaba yine problemleri mi var hani anlattıkları. İnsan bilmiyor, en çok da bilmezken üzülüyor zaten. 


Dediğim gibi çocuklar öğrenimini almıştı o kadın bana "unutma" demişti. Bunu unutamıyorum. Süslü cümleleri severim ama bu yol ne kadar süslenebilir? Yalın anılarla, şüphesiz. O gün dediğim gibi. Bir gün geri dön. 


eren akgül (kendi sesimle denemeler)


18 Temmuz 2013 Perşembe

yeniden karaladım kendimi

Bir tren ne kadar uzaklaşabilirse o kadar uzaklaşırdık. Bize verilen raylar kadar özgürdük ve hiçbir öküz izlemedi hikayemizi. Olayı kişiselleştirmeyelim, en sevdiğin dondurma kabında şimdi sarma var. Işık hızında düşüncelerle doluyum. Bu kadar soru rönesans da kafa kestirir. Elalemin öküzünün yolda geçiş üstünlüğü var. Bizimkiler daha tuz yalasın.Kafam sapla-saman. Ben adam olmam. 

Bir tren ne kadar hızlı gidebilir ki? Hele ki bu ülkede. Hayır hayır, tamamen sana yükleniyorum, ağlayışım siyasi mesaj içermiyor ve duygularım redhack tarafından hacklenmedi. Sahi, kaç basıyor bu amca. Benim gölgem karadır. Kaçmam için kaç bilet gerekse kes, ama öğrenci kes! ve bir şarkıda dediği gibi... "Başım Ağrı Dağı".

Olayın trenle de alakası yok esasen. Senle benim aramda her şey. Beni sinir ediyorsun. Çıldırıyorum, şair oluyorum. şair olmak zor iş oysa. Götünden kelimeler uyduruyorsun, acıyan yerlerine yerleştiriyorsun. Benim durumum bu özetle kıçımda bir tomar parşömen, unutamama adına nutuklar çekiyorum ve benzin artık beş lira. siyası göndermeler içermeye başlıyor, mesajlarım. konudan kopuyorum, muhtemelen seni seviyorum'lu kısımlara geldim. Çok geçmeden bir sigara yanıyor, haliyle. yanmak da ne! Tütüyor mübarek. Başım için artık afilli şeyler uyduramıyorum.

Tren'in güzel kısmı alkol servsi. alkol ışık hızına yakın bir kelime. En azından kaç basacağı üzerinde yazıyor. ve einstein'ın dediği gibi izafi. "GÖRECELİLİK" birçok yazar geçiyor vagonlardan. Şairlerden sade cemal'i severim. gerisi kafiyeli, mafiyeli. Bu saatte öküz olmaz, hiç konuyu değiştirme.İçince biraz daha şair olası geliyor insanın. Zaten yıl olmuş yazmayalı. Gerçi umrunda mı? Atlı karınca'ya 2 kere binen çocuğum ben. takıntılıyım. Başım döner arada bir de...

Tren olayını toptan geçtim. Bırak onu şimdi. yok, yok kızmıyorum. En azından birini sevebileceğini biliyorum artık. hem ne dıyor halukcum, "yol belli, ey başını usul usul yürü şimdi." o gün bugündür yürüyorum işte diye de ekliyor. Orada bitiyor konuşma. Ben bilsem dener miyim allah aşkına, bu kadar zor olduğunu! Pokemon sanıp kendini aşağı atan salak çocuğum ben şimdi. Bilsem devam eder miydim? Yakar sigarayı otururdum inan. şu yürüme, mehter takımının fetihsiz gereksiz hali bende. Hiç sevmediğim yerlerde koyduğum 3noktalar yüzünden şu durumdayız. Tren harbi çok uzaklarda şimdi.

Neyse ciddileşelim. Sonuçta belediyelerin fişkiyelerinin kırıldığı bir çağdayız. Asılmış suratların arasında aşık oluyoruz. Bu kadar ciddiyete alışkın saçlarım yok benim. ama dediğim gibi yürüyorum. Hem yaz geldi buralara, cemre düştü bi kaç defa. Yaprak düşene kadar en mutlu fotoğraflar çekilmeli. Yas sadece sonradan siyah-beyaz edilmiş fotoğraflarda kalmalı. Ben gidiyorum şimdi. Her gidiyorum diyen kadar yol alırım. Elbet mesaj atarım. Çağ iletişim çağı. elbet sen de cevap verirsin. Medeniyet hiç düşmez dudaklarımızdan. Sigara kadar dudak kanseri yapmışlığı vardır zira. 

eren akgül

4 Temmuz 2013 Perşembe

alıntı

bazen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde alışkanlıktandır deyip uyuyorum. beni bu çıkmazdan yasemin kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz süre istedi. yedi sene önce. bazen amma uzun düşündü diye düşünüyorum, daha çok günbatımlarında.

emrah serbes, erken kaybedenler


14 Mayıs 2013 Salı

kötü bir film


Gerçekle bağlantısı olmayan bir filmdik. Kötü seslendirildik. En küçük salonda ve en arkada sevişen iki ergendi üç sahnemizi izleyen. Ya biri girmişti salona, ya da kız korkmuştu tıkırtıdan. Dandik bir yönetmenin baş yapıtıydık. ve öpüşmemiz yasaktı. Ulus'da geçiyordu öykü, itfaiye meydanı yine kalabalık. İşportacılar işte, boyacılar işte. Hep bir umut saklı yüzlerinde, ama ben bakmaya korkarım orası ayrı. Belki senaryo öyle, belki kötü bir aktörüm. Sen aslında güzelsin. İzleseler yakıştırmazlar bana, bilirim. Bilirim de işte senaryo böyle. Hem söz mü yazmış bana şerefsiz senarist. Kapıdan girer, kapıdan çıkar. Adam üzgün, adam şaşkın. Anası mı ölmüş ne pezevengin. Elele bile tutuşturmamış koca filmde. Ben genelde kendim konuşmuşum. Bakma güzel sahne. necati amcam da beğendi. On numara film olmuş dedi. Kendisi figürandı şimdi evli.Hem izlenmedi, izlenmez bu film. Sonu belli. 

Ulus'tan sıhhiye'ye yürütmüş beni, sen o sırada bazen evde, bazen işte. Ben ne zaman baksam kafanı çevircekmişsin. Kadere bak diyecekmiş, seyirci! İşte seyirci, arka koltukda pembe, terli iki liseli... 

İzlenmez bu film arkadaş, dedim ya sonu belli. Sen bir oğlana tutulcaksın, ben karete bilmem. Sen elele oğlanla karanfılde. Ben kılıç bile sallayamam. Ne atım var, ne zengin züppeyim. Sihirbazlığı geçtim, ajan olacak boyum yok. Kabadayı desen bir gram sakal yok. velhasıl ben ağlayarak geçecekmişim konur tarafından. Sen beni farketmeyecekmişsin... kötü bir seneryo bu, kötü bir film. hem izlemez kimse diyorum sana! Sonu belli. Ta aralıktan belli! Ta sahilden! Ulus'da film mi çekilir hem? 

eren akgül

26 Nisan 2013 Cuma

uzun bir aradan sonra

Uzun bir aradan sonra bakıyorum sana. Uzun bir ara ve çokca şekerlenmiş acı. Hep köşe dönüşlerinde yakalıyorum seni, göz ucuyla.Utangaç trafik lambaları geçiyoruz istiklal'de. Bugün daha az bayrak satılıyor sokaklarda. Sen bunu değişen rejime bağlıyorsun, şüphesiz. Nerden biliyorsun deme, yüzün o kadar manidar, bu sabah. 

Uzun bir aradan sonra bakıyorsun bana. Uzun bir ara ve çokca kızarmışlık var yüzümüzde. Hep köşe bırakmıyorsun aklımda bu bakışlarında. Yakalıyorsun beni... Birkaç işportacı geçiyoruz sıhhiye'de. Bugün Ankara Gücü'nün maçı yok. Bunu senden önce farkediyorum, şüphesiz. Nerden mi biliyorum? Sadece biliyor gibi yürüyorum. Bir aralık akşamında başladım bu yaşam tarzına. Çok faydasını görmedim ama sevdim. Zazten sevmelerin faydasını gören bir bilim adamı da yok dünya üzerinde. Varsa da vazgeçip izafiyeti çözmeye çalışmıştır. Buna inancım tam. Oysa inançsız olarak bilirler beni. Bu seni biraz şaşırttı. Yüzün zira ekstra manidar şimdi. Hem sabah da bitmek üzere...

Uzun bir aradan sonra susuyoruz. Susmaları betimlemenin bir yolu yok der bir şair. Şimde mutlu bir evliliği yok hem. Belki de 2. sınıf bir gazete de bir köşe yazarı olmuştur şimdi. Herşeyi biliyor gibi yaşıyordur. Buna da tecrübe diyordur, şüphesiz. Nerden biliyor deme nasıolsa alırlar içeri ergenekon'dan... yüzün sabah gibi şimdi. hafıf serin olabildiğince umutlu. Sabahlar umut doludur. Bunu da kesin bir şair söylemiştir. 

Uzun bir aradan sonra susmuştuk. Elimden geldiğince sürdürürüm böyle şeyleri bilirsin. Sen de hiç hafife alınacak biri değilsin bu konuda. Kaç ışık geçtik kırmızı kırmızı. Ve Gökçek bitirdi trafiği kim ne derse desin. Buna kızgın kızgın katıldın. Yüzün gergin.  Bak izmir caddesindeyiz. Kandil simidi mi o? Dini bir tek kodamanlar sömürecek değil ya. Kızmadık ya pastaneye. Hem seversin sen çayı güzeldir oranın. Hava kararır gibi olduğunda gir sıraya. yüzünde ve telefonunda yetişmenin heycanı var. Her telefon kendine ait olmayan bir şarkıyla anlatır derdini. En sevdiğimiz değil "en sevilsin" diye kullandığımız zil sesleri ile sahtekar yürüyüşümüze devam. Lafı açılmışken "seni seviyorum" . 

Uzun bir aradan sonra "merhaba, hoşçakal ve günaydınlar" 

eren akgül

13 Mart 2013 Çarşamba

özetle...

bir kıza aşık olacağım, en salak halim gelip yüzüme 

yerleşecek. yaşamak başka bir heyecan ve boyut 


kazanacak. kıza şiirler düzeceğim, o bana umut 


verecek ya da bana öyle gelecek, orası önemli değil...


ferhan şensoy


Bu sözü okudum ve bir an hayatımın özeti gibi geldi. Değişik bir etkilenme söz konusu burda. Anlatmak istediğim bu. Nasıl desem; gerçekten önemli değildir hakkaten yazdıkların. Tabii ki merak edersin, okundu mu, sevdi mi? Ama yazmışsındır işte. En salakça yada tüm zekanla hücum hatlarında... Bu ne cesarettir. Bu ne tatlı bir vazgeçiştir hem... Sevdiğin insanın yanında olması gerekmez. Bu işte farklı. Ferhan şensoy tüm aşıkları özetlemiş. Ama sonunda not düşmüş. "Orası önemli değil" demiş. Yani gerçek aşklar demiş...