26 Aralık 2012 Çarşamba

18.12.12


Bugün seni unutamama alışkanlığımın 1. yıl dönümü. Vivaldi öldü, 2 ay kadar oldu. Duyduğumda 2 sigara yaktım tekini bir şarapçının dudağına iliştirdim. Hava soğuktu ve duman yetersizdi, o kadar. Geçen zaman büyük bir sürtünme ve çokca yıkıntı. Yıkıntılar arasında birkaç köpek yavrusu. Çocuklar adını garip koymuş, belki ben olsam "umut" diye seslenirdim. Bilmem... Zaten annem hiç izin vermedi eve getirdiğim mutluluklara. Buna 2. el tebessümlerde dahil.

Bugün kutlanacak kadar iyi bir gün değil. Bunu bir kez daha anladım. Salı işte bugün. Ne beklersin ki? Ama yinede var şarabım. Tıpası plastik ve yaşı kesinlikle benden küçük bir şarap. Ve bu sene 47 saniyem, olmadı senden başka birşeye ayırabileceğim. Bugün düşünecek kadar şanslı değildim. Yine de ninja kamlumbağalar hala yalnız. 10 cm daha kısa olsam onlara katılırdım. Olmadı. Küçükken mahalle maçlarına da almazlardı zaten beni. Üzülecek vaktim olsa işte buna üzülürdüm. Ve düşünürdüm de inan. Düşünmek benim tek haltımdı ve sana en yakın anlarımdı. Yoksa bakabilir miydim ellerine sen olmadan bu kadar yakından? El demişken balık kraker yer misin? Ve ben almıyım sigara yaktım...

Ve daha afilli isimler bulamadık "unutamamalara"... Ama youtube'da yeni şarkılar çıktı yalnızken dinlenen... Bilemezsin. Hepsiyle ayrı ayrı yürüyüşe çıkmak istedim. Hepsine anlatacak şeylerim vardı. Birde küçük şişem. Su katsan olmayacak kadar küçük. Ellerin kadar. Şizofren gibi görünmeyi beceremedim bir de. Ama aslında zaten şizofrenmişim onu anladım işte. Son akşam yemeğimizde anladım. Yemeğin ortasında içeri dalan ya o yeşil deve ne demelisin. Ya bizden bunun için özür dileyen fiona? O kadar mahçup oldu kızcağız. Şimdi ne zaman arasam telesekreter. Nereliydi o hem? Bir tabelada "far far away" yazıyordu. Rakım:1812

Çok zaman geçmedi ama ferit'le görüştün mü bilmem. O gece ateş yakmıştık evinin önünde. Sen balkondaydın. Balkonda bir minder, biraz çiçek, azca mandal. Ferit çok çöktü 1 senede. Bir okulda koçluk yapıyordu ve kesinlikle çapkın değildi. Gülşen bibikoğlu'nu ise kodunsa bul! Ve cici kızlar bugün kesinlikle regl... Tüm şarkılar ayrı keyifsiz. Bugün bir kutlama yapılacak kadar iyi değil. Herşeyden önce salı, bugün...

Bugün sıradan birgün. Hayatımın gelecek diğer günleri gibi. Anlatılan her masal biraz yavan o günden sonra. Olimpos'da son caretta elinde son yumurtasıyla ayrıldı 18inde. Ben şahitim, ve hatta rapunzel de... Unutamama gün dönümleri. Sahte sohbetler ama içten. En sevdiğin tatlıyı reddetmek gibi. Neden sorularının sonuna soru işareti konulmadığı yıllarda yazıyorum bu yazıyı. Mutluluğun tanımını yaptırıyorum sağa sola ve kupon biriktiriyorum birlikte günler için. 40 yaşına geldiğinde saçlarını sarkıt kulenden. Teknoloji ne olursa olsun sen bir çay koy. Hafif bir müzik çalsın ardından. Mümkünse bir etek giy mutlaka rüzgar olur nihai buluşmalarda. saçlarınla dans etsin illaki sephia olur sözcüklerimiz. Ve bugün o gün dediğimde yıl o iken yaş ise 40. “Nasılsın” deme… Belki bir “hoş geldin” iyi olur. Belki sadece bir gülümseme. Çok gül, az öl.

GÖNDEREN:
Eren AKGÜL
ANAYURT/TALAS

ALICI: DAUGHTER OF THE SUN
FAR FAR AWAY/MERKEZ PTT

17 Kasım 2012 Cumartesi

cumartesi geceleri


bu arada resme başlamışsın tekrar. duydum.
çizmek unutmaktır anı ve büyük oranda hatırlamaktır demiştik. o gün salıydı.
salı genelde alelade bir gündür. üzerinde durmuyorum o yüzden. gülerek anlatıyorum sonra bazı anıları. bu arada resme başlamış duydum diye bitiriyorum cümlelerimi. çok konuşuyorum ayrıca son günlerde. sessizlik, yalnızlığın bir yansıması demiştik, unuttun mu? işte o gün perşembeydi. Perşembe, cuma'ya çok yakındır. o yüzden ağladım.

bu arada "sen nasıl istersen" demiştin. ben farklı isterdim, söylemeyemedim. sen "bana farketmez" demiştin. farketti mi diye çok düşündüm. özellikle cuma günleri. cuma apayrıdır çünkü. kıyamet de kopabilir, arkadaşlarla içiledebilir. Cuma herşeye uygun birgün. salı olsa böyle olmazdı. salı çok sıradan. hem ben pazarcılardan nefret ederim.

ve duydum ki resme başlamışsın. yeniden... kız kulesini de çiz. kız kulesi yalnızlığın bir yansımasıdır. bunu konuşmadık eminim. ve bira soğuk içersen...

Sevmek demişken, seviyorum seni bir de. Ama sevmek demişken yanan sigaralar geç biter. izmarite kadar çekilen nefesler vardır ve yine... ritmi tutturamadığın şarkı girişimleri vardır ve yine... birçok şey vardır cumartesi gecelerinde. kopmayan kıyametler kutlanır nevizade'de. çok fazla ışık yoktur ve bira 4 liradır bazı barlarda. ve bu arada ben resim çizemem. ama anlatırım. biraz seni anlatırım, biraz beni. tuz kokusu yayılır tuvale. mavi rengi tutturamam ama çok fazla mavi damlar ayak parmaklarına. ve biraz kumludur parmakların. nemden mi senden mi bilmem çok sıcak gelir hava. hava dediğin de çoğu azot işte. halbuki oksijen niyetli çektik çoğu nefesi. Ve yine görüyorsun her istediğin olmuyor şu hayatta. ama sen resme başlamışsın. olur da bir fincan boya almaya gelirsen kapıyı tıklatmadan gel. ve çıkarma ayaklarını, öylece gel. öyle gel ki işte, utansın tüm ahlak kuralları. ve resim de çiz tabi... bira da al dolaptan, bira soğuk...

eren akgül

2 Kasım 2012 Cuma

ve sen

ve sen ne zaman yüzünü yukarı kaldırıp bir yağmur damlası yakalasan dudaklarınla ben orada ıslanırım... eren akgül

ve ben

Tüm yarınlarımı tek bir dün için değiştirebilirdim...

bazı şehirlerde güneş erken batar

Bazı şehirlerde akşam, erken olur. Aceleci bir güneş saklana saklana uzaklaşır üzerinden. Bize öğretilen bir başka yarım küreye gittiğidir. Değil! O kadar uzaklaşamaz işte. Düşünmek istemeyiz bir karanlıktayken bir yan meridyende aşıkların güneş altında seviştiklerini. Dediğim gibi bazı şehirlere akşam erken iner, yalnız sokaklardan oluşur ve bu şehir. Zeminde belediye'nin senede 5 kere değiştirdiği parkeler, taşlar olur. Bunlara kilit parke deriz. Öyle öğretildiğinden ve başka bir isim bulmaya üşengeç olduğumuzdan. İlk yağmurda dağılan o taşlar bana aşklarımı hatırlatır. Ritmi yavaşlamış yaşlı bir yolcu gibi hissederim kendimi öyle anlarda. Hani otobüste gözünün içine bakarsın yer versinler sana diye. Durursun tepesinde... Bu da bana ayrılıklarımı hatırlatır. Ayrılıklar yağmurlardan fazlasıdır. Hiç bir yağmur tanesi acıtmaz tenini çünkü.
  Ama gözyaşı öyle midir? Yahut akan bir rimelin dudaktaki tadı. Bunlar her şehirde olmaz. Bazı şehirlere yağmur fazla yağar. Aranır başka kentteki dostlar, o kadar dertli olsanda ilk onu sorarsın... "Burda yağmur yağıyor, ya orada?" Söylediklerim renkli bir adamın soluk anlarından bir özet. Herkesin böyle anları olur, solukları. Halk arasında böyle anlara "takma be oğlum" denir. Çünkü bilim yanılıyordu ve herşeyin bir cevabı yoktu. Tamam belki tanrı'da yoktu. Belki diğerleri de yanılıyordu. Büyük bir yanlış anlamanın içindeydik ve utanmadan nefes alıyorduk. 
  Ne diyorduk? Renkli bir adamın cümleleri bunlar... 

Üç gün önce bir rüya gördüm. Dünya'nın en güzel sahili olmayan bir sahildeyim. Herkese yetecek kadar su ve kum vardı. Orada başladı herşey. Bir elf prensesi geldi denizin içinden. Gözlerine fazla modern bir elbise vardı üzerinde. Saçları ıslakken daha dolgundu. Çok konuşmadı, oturdu yanıma. İzlemeye başladı dalgaları, bende konuşmadım. Konuşacak olsam kaybolacaktı sanki. 
  Ondan sonraki günler hayatım hiç eskisi gibi olmayacaktı. Bunu o gün anlamıştım. Ve olmadı. Gece boyu onu düşünüyor ve gündüz uyuyordum. Güneş batıdan doğduğunda kıyamet gelecek demişlerdi. Kıyametin küçük bir provası gibiydi hayatım. Burdaki en büyük problem umuttu. Oysa umut insan beynindeki en küçük kısımlardan biriydi. Bunu bir nöroloji uzmanından öğrenmiştim. Şimdi ise inanmıyorum.
  Bazı şehirlerde güneş erken batar, bazı insanlar erken ölür. Bazı insanlar yaşarken kürtaj maduru olur ve bunu devlet hiçbir zaman yasaklayamaz. Ve dinde de yeri vardır buna "azap" adı verilmiştir. 
 Böyle hikayelerin mutlu sayfaları olur numaralandırılmamış veya saman kağıda yazılı. Ama gün gelir ve her cümleye en az bir nokta koyulur. (...) Yeniden doğmak hindistanda bile aptalca karşılanmaya başlamışken bu cümleyi kendim için kurmayacağım. Ama deneyeceğim diyebilirim. Unutmayı ya da yeniden doğmayı değil. Devam etmeyi... 
  Bazı kentlere akşam erken iner. Bazı insanlar erken ölür. Dünya dönmeye devam eder, aşikar... daha yavaş...

eren akgül

rutiN

yürümek ... 

sadece yürümek galiba gecenin köründe doğacakmışcasına güneş... nereye gittiğinden emin değil ama bir o kadar sağlam basmak toprağa... ne diyorduk? doğacakmışçasına ... ah gözü körolasıca alışkanlıklar.. bizi kendine bağlayan rutin kuralcıklar, bir de özel ad takmışlar .. neymiş hayat? 

işte evlat hayat... bilirsin ki o doğacak.. aman canım güneş işte bakma öyle suratıma.. hani doğacak , hani hergün oluyor ya güvenirsin işte delicesine.. çıkarsın ona kızıpi buna sövüp , belki sevgiline belki anana ... çıkarsında sabahlarsın dışarda... artist! seni piç ! bilirsin doğacak kodumun güneşi... arkan sağlam sanırsın kendini birşey.. ahh gözü kör olasıca alışkanlıklar ve rutinler karması hayat..neyse ne diyorduk? demek vurdun kapıyı çıktın ha? demek dünya senin etrafında dönüyor ha? ulan piç dünya işte bunun etrafında dönüyor .. bakma bozukluk olduğuna at bi kaç metelikte biz de dönelim ... sonra anlat bana evlat. 

bakma benim bu halime , bu gece vaktinde bu köprü altında oluşuma, bakma sövüp saydığıma gelene geçene... benimde rutinlerim vardı elbet yani bir hayatım.. sonra bir gün senin gibi oldum çıkıp gitmek istedim.. kızmak , birileri endişelensin istedim anlıyor musun? birileri arasın beni.. ama hayat o kadar basit değilmiş .. dünya çükünün dibindeki toplardan daha büyük koçum, anlıyor musun? aranıyor yazıları asılı yanında bir resim, yakışıklı da çikmışım yeşil gömleğim var , en sevdiğim... üzerine tinerciler işedi 10. günden sonra... şimdilerde ise hiç yeşil bir şeyim olmadı anlıyacağın... dönmek istedim hani biliyorum ya güneş doğacak, hani göt kadar erkeğim ya ... doğmayacak ulan bu sefer dedim.. ışığa itte yürür madencide... tersine gidiyorum dedim... ve işte tersinde bekliyordum seni... 

beni mi? 

evet seni lan küçük kurdele, peygamber miyim kavmim olsun anlatayım bi piç gelsede anlatayım diye bekledim yıllarca ...şansıma sen çıktın iyimi(güler boğuk öksürükle karışık)... diyeceğim o herkes ışığa gider sivrisinek bile ya ışık sen olacaksın millet sana gelecek , ya tersine gidiceksin götün yiyorsa.. sen buraya niye geldin sanıyosun.. üşüyosun lan ibne yaktığım ateşe geldin , saçıma mı kaşıma mı? hayat bu ya yakarsın ateşini yada sidik kokan ihtiyarları dinlersin saatlerce.. ya da tutar seni yönetmesi için seçersin daha iyi giyimlilerini.. şimdi siktir gözümün önünden..

17 Ekim 2012 Çarşamba

olimpos

dalgalar gibi geri çekildi göğüsleri tekrar tekrar. sobanın üstündeki mandalin kabukları gibi kıvrıldı bedeni kollarımda sonra. gözlerim güneşin son anları gibi yavaş yavaş kapandı, süzülürken son nefesim dudaklarımdan. titredik üşümeden olimpos ve tanrılarla... 

eren akgül

10 Ekim 2012 Çarşamba

bazen...

Durup dururken aklına gelir bazen. Nefes almak alışılmışlığın dışına çıkar. Zaman civadan daha yoğundur nşa da. Ve zaten amcam da durup dururken atmıştı kendini. Yıl 1978...                                                     EREN AKGÜL

2 Ekim 2012 Salı

Domattez soruyor, eren akgül saçmalıyor

Domattez  blog olayına farklı bir bakış açısı getirerek kendikendine bir ropörtaj yapmıştı ve gerçekten eğlenceliydi. 2.si bana düştü, gerçekten eğlenceli bir iş oldu. Kısıtlı imkanlarla iş güç arasında ortaya böyle bir sohbet çıktı. Kendisine çok teşekkür ediyorum...

Burdan sonrası domattez'den gelsin!






Bu röp işi eğlenceli olabilir diye kendimi bunun da içine atmıştım, nitekim düşündüğüm gibi keyifliymiş. Fakat en güzeli yüz yüze yapılanı olmalı... Kayseri'ye gidemediğimden Eren ile öyle bi durum söz konusu olmadı. Ama gideceğim.

Ufak bi gezelim görelim yapabilirim.
Bu ilk ve mesafeli bi deneyimdi, daha da güzelleşip dallanıp budaklanabilir.

Pekala.. Bildiğime göre önce teyit etmek amaçlı tam ad soruluyor.. Bu durumda mahlasını da söyleyebilirsin tabi..


Başlıyoruz.
1) Neden yazmaya başladın? Sorum sadece blogunu kapsamıyor.. Eminim ki daha önceleri de yazıyordun. Yoksa blog açınca mı bi yazar kesildin başımıza?

Tam isim eren akgül.
Neden yazmaya başladım.... Açıkçası yazmaya küçük yaşlarda başladım, belki komik ama ortaokuldaki kompozisyon yarışmalarına kadar çekebiliriz tarihi. Ama yazmam gerektiğini ne zaman fark ettim, bunu soruyorsan bir aşk hikayesi diyebiliriz. Eski kız arkadaşlarımdan bir tanesinin söz teşviği ile desem yalan olmaz. 
Diğer taraftan blog ile yazma girişimlerimin hiçbir bağlantısı yok. Çoğu kez arkadaşlarım "blogun olmalı, blogun olmalı!" diye bana bağırdılar ama ben o kadar üşengeç ve -bu konularda- vurdumduymaz bir pisliğim ki bir blog açmadım. En son bir yazımdan sonra ev arkadaşım eline aldı bilgisayarı ve bir blog açtı. Aslında daha önce kendi açtığı ama benim oraya kayıtlarımı iliştirmediğim eski bloğu aktif hale getirdi. Azcık komik aslında ama o kadar kasvetli anlattım ki,  fıkrasına gülünmeyen adam gibi hissediyorum şu an kendimi :)

2) Aşkı mı yazarsın yani sen genelde? Kadınlarla aran nasıldır?

Aslında aşk ağırlıklı yazıyorum ama sınırlandırmak yanlış olur. Politika, bazen fikir yazılarım ya da denemelerim de oluyor. Hatta üzerinde çalıştığım polisiye ve insan psikolojisi arasında kalmış bir romanım var. Umarım birgün çıkarabilirim... 
Diğer taraftan evet kadınlarla aram iyi. Bu iyilik bana bazı ayrılıklara da patladı.  Ayrıca kadınlarla arası iyi olmayan erkek yoktur :) Bunu bir de bayan arkadaşlarıma sormak gerek. Kadınların Eren'le arası iyi mi? Doğru soru bu olmalı.

3) Aslında sana sorulması gereken soru "kadınların seninle arası nasıl olmalı"ydı, üzgünüm.. Savunduğun bi hayat görüşün var mı;  "her şeyin başı rakı" gibi..?
Hep merak etmişimdir şu yaşıma kadar, herkes bi tabunun peşindedir ya da toteme tapar çünkü.. 

Galiba kadınların benimle arası nasıl olmalı sorusu zor bir soru :) 
Çünkü hepimiz biliriz ki istediğimiz gibi olmaz hiçbir zaman. Hatta bir filmde bahsettiği gibi, misal hayatımızın aşkıyla tanışmak cümlesi yanlıştır. Hayatımızın aşkı zaten kafamızda bellidir, biz her gün onu ararız. Ve bir gün karşılaşırız. Yani birgün sokakta hayatımızın aşkıyla tanışmaz onunla karşılaşırız, zaten zihnimizde onu tanırız. Bunu çok severim buraya oturuyor diyebiliriz. Ama ille de bir şeyler dileyecek olsam, yalansız bir kadın (insan) dilerdim. 
Sabah saçıma bakıp bok gibi olmuşsun diyebilmeli. Ve ben buna bozulmayacak kadar onu sevebilmeliyim. Ona gerçekten gülümseyebilmeliyim. Gerçek gülümsemelerde alnımız ve göz kenarlarımız kırışır. Bunu duymuş muydun? Kadehimi tüm kırışık suratlara kaldırıyorum o zaman!

Tabular malesef her ne kadar yalanlasak da hayatımızın birer parçası. Yalanlamamız da eğlenceli, ironik diğer parçası galiba. 
Bu soruyu kendime hiç sormadığımı farkettim az önce. Bana mavi ekran verdirttin bile diyebiliriz. Benim tabum sırt çantam olabilir diye düşündüm. Dağcılıktan kalma bir alışkanlık, Her daim sırtımda bir çanta ile görebilirsiniz beni. Okulda, markette, işte, dağda, piknikte, barda... İçinde bir adet çakı, perlonlar, ipler, polar, yedek t-shirt, kalem, not defteri, çakmak vb... 
Saçmalık gibi ama her an bunlara ihtiyaç duyabilirmiş gibi hissediyorum kendimi. Bahar şenliklerinde üşüyen hanımlara ekstra polar çıkartıp 9 puan aldığım su-götürmez bir gerçek ama:) 
Diğer bir yandan dağcılık insana acizliğin ve gücün ince bir çizgide ilerlediğini en iyi öğreten spordur. Bunları taşımak bana gücü ve acizliğimi hatırlatan bir sembol aslında, dipnot olarak... Ayrıca her şeyin başı rakı:) 
Eklemek istediğim birşey yok sayın hakim:)

4) Başucu kitabı diye bir gerçek var. Bunun farkındasındır diye düşünüyorum. Seninki ne? Hadi yok diyelim, o halde şu an ne okumaktasın?

Biraz garip gelebilir ama Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra kitabı başucu kitabım olabilir. Çünkü ara ara içindeki enfes cümleleri tekrar tekrar okuduğum oluyor. Tam bir cümle mühendisi kendisi.

Şu an iki kitabı aynı anda okuyorum işlerimden dolayı yarım yamalak gitse de enfes kitaplar. İlki; Charles Bukowski'den "Kahramanın Yokluğu" çok güzel bir arkadaşımdan hediye... Diğeri ise; John Fowles'dan "Koleksiyoncu" isimli kitap. O da eski yasaklı kitaplardandır, tavsiye ederim.

5) Tuhaf. Yeni bi arkadaşım var. Gerçi sadece benim bir tane arkadaşım var. Ve yeni.
Bana Brautigan'ı Bukowski'yi tanıtan oydu. Hayatım değişti. Yazılarım ve ben değiştim. Ve Hakan Günay. Lisenin ilk yılı ya da ikinci yılıydı, edebiyat öğretmenim ve o arkadaşmış. Okuluma gelmişti. İmzalı kitapları var şimdi. Kesinlikle çok kuvvetli biri.
Böyle, "vay canına" dedirten cümleler vardı. Aklımdan hiç çıkmaz Niconar Parra'nın "insanların da yan etkileri var, bazıları başını döndürebiliyorken, bazıları mideni bulandırabilir" cümlesi. Şimdiyse "Suda iki heykel vardı. Biri annemdi"yi unutamam. Var mı böyle etkileyen seni? Sokaktaki vatandaş bile olabilir tabi. "Hangi sandalye" diyen öğrenci de olabilir..

Aslında şu yazdıklarını okuduğumda "sen" bile diyebilirim. Bir yazar diyor ki insanlar, birbirlerine görünmez ağlarla bağlıdır. Birbirimizi ölesiye etkiliyoruz, birbirimizi tanımasak bile. Bir anımı anlatmak istedim nedense.

Kaldı dağı'nın kuzey buzulu tırmanışındaydık. iki kişiydik. Türkiye'nin en zor tırmanışlarından biridir bu. Ve hayatımın dönüm noktalarından biri desem galiba doğru olur. 8-9 Saat değer biçtiğimiz bur tırmanış bize bir ömür gibi uzun gelecek ve sandığımız gibi bitmeyecek bir yaşam mücadelesine dönecekti ve biz bilmiyorduk. Uzatmayacağım öyle an geldi ve metrelerce yukarda bunun son maceram olduğunu düşündüğüm bir sürece girdik. Sadece gözlerimizle birbirimize cümlesiz teşekkürler ettik ve dönemeyeceğimizi anladığımızı anlattık. Gözlerim yaşardı ve dönmeye çabalamaya başladık. Sistemler kurduk, ağladık, konuşmadık ve saatler sonra ölüm vadisinden kurtulduk. Tüm bunlar 29 saat sürdü. Aşağı indiğimizde sarıldık ve şuan kardeşim diye adlandırdığım o arkadaşım bana şunu dedi. Yukarda olanlar yukarda kaldı. Ne ailemiz ne arkadaşımız ne sevgilimiz yanımızdaydı. Biz vardık ve birşey oldu şimdi bitti. Yaşıyoruz olan bu!

Komik gelebilir yada abartı olan buydu yürüyorduk, yaşıyorduk, hayat zaten bu, öyle değil mi? Bu konuşma ve olanlar görünmez ağları, görünür kıldı. 2 heykel yatıyordu ve biri bendim...

6) Tırmanış hoş olmalı. Benim tutkum su altıydı. Babam bana dalışı öğretti ve bırakamadım... Diyemeyeceğim. Sonra Frank diye bi herif Sürü diye bir kitap yazdı ve ben denizden korkar oldum. İşte su altında iki heykel yatıyordu ama ben sudan korkuyordum.

Bu arada başta sormam gerekirdi: Neredesin? İzmir'imin güzel insanı mısın yoksa İzmir'i daha hiç tadamadın mı?

İzmir'i sadece kaçışlarda tattım yani o kısa tatillerde. Doğma büyüme Ankara'daydım ama Kayseri'de üniversite okumaya başladım uzun yıllar önce hala okumaktayım malesef.

7) Ankara. Hiç haz etmem çünkü denizi yok. Sen de her Ankaralı gibi "la bebe" diyor musun :)

İstediğin bölümü mü okuyorsun peki? Ya da ne bileyim, hikayesi var mı bu bölümün? Bu sıradan bi röp değil, seni tanıyoruz o kadar..

Espri amaçlı kullandığım oluyor severim ben bölgesel konuşmaları. Burada daha çok Kayserili konuşmasını benimsedik. 
Ankara, evet dışardan hiç sevilmez, ilk defa duymuyorum bunu son da olmayacak. Ama Ankara'da farklıdır, misal Vega'nın Ankara şarkısı ya da Yılmaz Erdoğan'ın o şiiri Ankara'yı çok iyi anlatıyor bence. Özlettiriyor bazen bana hatta. Ama hayalimdeki şehir, olmazsa olmazım diyemem. 

Bölümümü seviyorum ama ÖSS yıllarına dön desen istediğim bölüm buydu demem. Ama olmam gereken bölüm buymuş dedirtti yıllar geçse de hala.
İç dünyamda ise, hiç okumasam sağda solda yaşasam diye de çok düşündüm bunu ilk defa burda açıklıyormuşum gibi de bir his var hani

8) Nereden geldin, nereye gidiyorsun bana kısaca özetleyebilir misin? Kendi ne olarak gördün, ne oldun, ne olacaksın?

Hayal dünyasında yaşayan bir çocuktum, şu an hayal dünyasında arsaları olan bir yetişkin olma yolundayım. Neler yapacağımı biliyorum ama yapabilecek miyim zaman gösterecek. 
Kendimi ne olarak gördüm... Bence bu soruyu politikacılar cevaplayabilir, onlar yalan söylemeyi severler, ben buna verecek bir cevap bulamadım. 
Ne oldum.... Bunu aslında çevremdekilere sormak gerekiyor, ne olacaksın sorusu ise belki cevaplanabilir... Diğerleri gibi olmayacağım, en azından deniyorum...

9) Aslında merak ettiğim tek bir şey var. Küfreden kız nasıldır sence?

Ben severim:) 
Ama küfür etmek için küfür eden kızı değil. Doğal olanı diyelim. Toplumda direk damgalanıyorlar engel olamıyoruz, önünü alamıyoruz efendim.

 Bu, mesafelerin engel olamadığı röp için teşekkür ederim.

http://domattez.blogspot.com/2012/10/buyrun-buyrun-yaptgm-ilk-pasta-gibi.html

20 Eylül 2012 Perşembe

...

sonra yüzüme gece doğmaya utanmış bir güneş gibi baktı, haddinden fazla yıldız vardı dudaklarında... eren akgül

bir kadeg daha

bir kadeh daha sonra uzaklaşırız yarınlara ve lütfen bir kadeh daha, sonra uyurum söz, sızarım, belki sızlarım ama bir kadeh daha... eren akgül

10 Eylül 2012 Pazartesi

Ben ve benim gibiler

Ben ve benim gibiler vardır bir de. İsim bulamaz ve koyacak yer ararsınız, acımasız sınıflandırmalarınızda. Tutar bir şarkı açarsınız, sesi çığlıklarımızdan yüksek olur ve genelde. Soğuk kanlı katiller gibi alınmış bir önlemdir bu. Sonra silah gibi dikersiniz gözlerinizi ve fısıldarca süzülür o kelimeler dudaklarınızdan. "Ben de seni sevmiştim" diye. Hiroshima sessizliği ve atom bombası çınlaması kulaklarda. Ve her amerikalı çocuk gibi habersiz tüm olanlardan, siz, yani diğerleri. Olması gerekenin olduğuna ikna eden politika mensupları gibi arkadaşlar. Olanların yarasını saracağını düşünen katolik kilise duacıları gibi yakınlar. Seni dinliyormuş gibi yapan "sizler".

İşte ben ve benim gibiler. Sizler tarafından işkence görmüş bir nesiliz. Etkileri yıllarca sürecek, sakat çocuklar ve düşüncelere sahip olacağız. Yıllarca yeşermeyecek ve üremeye korkacağız. Belki çok çalışacağız ülkesini seven japonlar gibi. Ama asla unutmayacağız...


doğum yeri:nagasaki
ölüm nedeni:Biliniyor ama susuluyor
imza:
ben ve benim gibiler(eren akgül)




6 Eylül 2012 Perşembe

alıntılardan

el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar..

4 Eylül 2012 Salı

biliyorum tek ihtiyacım

Biliyorum tek ihtiyacım bir papatya yaprağı daha. Biliyorum son bir tane daha olsa sanki düzelecek tüm dünya. Bütün politikacılar intihar edecek, ondan sonra. Tüm reklamlar kaldırılacak tv'den biliyorum. Ve biliyorum tüm çocuklar annesinin göğsünde uyuyacak, o gece.

Oturmuş mogan gölünün karşısına, rakı içiyorum. Sanki tüm rahatsızlığım cebimde cüzdan. Acıtıyor kaba etimi ama biliyorum tek ihtiyacım; bir papatya yaprağı daha. Sonra tüm erkekler erinmeden söyleyecek "seni seviyorum" diye son sevgililerine. İlk sevgililere erinmez eski dünya'nın erkekleri. Ve yine biliyorum tüm kadınlar gerçek gözyaşı dökecek bugün kocalarına. anneannem gelecek bir de. Eskilerden bir yemek yapacak. Ve ekmek banmak serbest olacak, biliyorum!

Kalkıp dolaşmak lazım bazen. Sendelemeden yürümeli tabii insan. Herşeyden önce kederden içmemeli. Gerçi benim tek ihtiyacım; bir papatya yaprağı daha... Ben öyle kaybetmişlerden değilim ki. dur! cevap verme. cevabı olan sorular okullarda sorulur. İlişkilerde cevap olmaz. Bunu ikimiz de biliyoruz. En azından ...

Geçenler de ana haber bülteninde komik videolar izledim. Gülmedim. Tartışmalarımız da araya aldığın reklamlar gibiydi bu. Mutsuzluktan kırılıyorduk ve dünyaca ünlü tiyatroculardan daha iyi rol yapıyorduk birbirimize. Buna "saklamak" deniyordu. Ve cümle içinde kullanılmıyordu. Ama ben biliyordum. Tek ihtiyacım olan bir papatya yaprağı daha. Hem önümüz bahar. burada göl de var. Sayılacak çok yaprak, içilecek çok son sigara. Ve unutamadığım bana o cevabın! demiştin ki, koparmadan sayamıyorsun işte. Seviyor! Sevmiyor! Canımı yakarak, sanki bir sorgu odasındayım. Başımda sen. Yaşamadan öğrenemiyor insan, canı yanmadan söylemiyor...

Şimdi mogan gölünde ben. Devrik bir şişe azı toprak çoğu yeşil otlar üstünde. Bir papatyanın yanına yatmışım. Dünya yandan daha güzel. Soruyorum? Ve biliyorum ihtiyacım olan tek şey...

eren akgül

biraz da alıntı 4

geri dönersen şayet sana hikayeler anlatacağım mutlu sonsuz,gök kuşağının aslında siyah beyaz olduğundan bahsedeceğim sana... 
kelebeklerin intiharlarından, dünya üzerindeki bir çok politikacının o.ç. olduğundan dem vuracağım biraz. 
sana vaadlerde bulunacağım dönersen, "senden başkasını sevmeyeceğim" deyip, daha dudaklarımdaki dudaklarının nemi kurumadan başka bir kadına meyledeceğim. 
geri dönersen, sana çay demleyip, yanına bir de kuru "nasılsın?" ikram edeceğim, hepsi bu. 
öyle umursamaz, soğuk ve yalın olacağım sadece… 
senin yaptığın gibi, çok değil bir kaç ay önce.

oğuz bal - çerçierenakgul.blogspot.com

biraz da alıntı 3

Bir sıkıntıyı anlatmak istedim. Ama bir şeyi başka bir şeye benzetmekten başka bir şey gelmedi elimden. Kaybettiği savaştan sonra yakıp yıkarak geri çekilen ordular gibi. Mağlup olduğu oranda zalim. Trajik hatamız: Kendimizle ilgilenmeye alıştık, başka bir şeyle ilgilenemiyoruz artık. Sen çocuk yap kurtul istersen bu dertten bana da bir bira söyle giderken.

emrah serbes

2 Eylül 2012 Pazar

ben bir seyirciyim

Bugün sevgili dostum gezentican'la kahvaltı yaparken eskilerden bir filmi tekrar izledim filmin adı "das leben der anderen". Türkçeye "başkalarının hayatı" diye çevrilmiş bir alman filmi. Filmi anlatmak istemiyorum. Bana hissettirdiklerinden bahsetmek amacım. 

Hayatımızda, farklı düşüncelere ne kadar yer veriyoruz diye sordum kendime. İktidar sahibi olduğumuz alanlarda, ilişkilerimizde, arkadaşlıklarımızda, ailemizde, işimizde sokakta... liste uzun. boğulabileceğimiz kadar uzun, nefes almayı birkaç saniye kesebilecek kadar uzun ve hayat için kısa. Genel anlamda homo-sapiens diyorlar bize, bizden daha zeki olanlar. zeki olmak, bilim adamı oldukları için değil. Bizi sınıflandırmayı icat ettikleri ve bize bunu kabul ettirdikleri için. Bizlere düşünen hayvan diyebilecek kadar cesur bu adamlar, bize düşünmeden benim sistemime uyun diyebilecek kadar da gaddarlar. Biz düşünebilen hayvanlar mıyız bilmem ama üşengeç bir tür olduğumuz kesin. her sınıflandırmaya en az zeka ile iştirak ettik. Eylül olaylarına girmek bile istemem. Bu gizli bir deneyin en makul sonuçlarıdır bizim için. Başarılı bir deney olması, insanlığın başarısızlığı işte. bu da bir "ironi" küçük hayatlarımız için.

Peki neden bu kadar fikri-sabit insanlarken ilişkilerimiz en azından bir süre yolunda gider? ihtiyaçlarımız için verdiğimiz ödünler toplamı mıdır yoksa aşklar ve sevgiler? İşte "das leben der anderen" bize şöyle bir bilgi veriyor. Fikirlerine saygı bile duymayan insanların birbirine yakın olduklarında nasıl da birbirine istemsiz onaylar verdiğini gözler önüne seriyor. o zaman karşı düşüncede ki guruplarla taşla sopayla dövüşmek yerine oturup birkaç duble birşeyler mi içmeliyiz? Daha az zarar veren bir yöntem... Bunu daha açık bir örnekle açıklamama izin verin. Aşık olmadığınızı düşündüğünüz biriyle hiç vakit geçirdiniz mi? Belki sadece güzel diye, belki sadece parası olduğu için, belki ünlüdür, belki hayatı umursamayan bir tinerci. Ama aşık değilsiniz, unutmayın. Şimdi biraz yakınlaşalım. Bugün o kişiyle bir bardasın, bu gece arkadaşlarıyla tanıştırdı seni, saat 04:27 bir sevişmenin tam ortasındasın. Diş fırçasının rengine bayıldın. Eski Barış manço plakları seni etkiledi. Kız politika'dan konuşuyor! En sevdiği şey; sabah koşusu! ...

Ona zaman verin, ondan hoşlanacak birşey bulursunuz. Ona kelimelerinizi verin, o, o kelimelerle size en sevdiğiniz tatlıyı hazırlasın. 

ya da sevdiğiniz insanların içinde yatan aykırılıklarını görün. Belki de zamanınızı haketmeyecek insanlarla çevrilisiniz. İyi bir izleyici olmak bahsettiğim. sadece bir izleyici. Zaman zaman konuşabilen de bir izleyici...

eren akgül


kendi kendine tripler (eski günlerden)


31 Ağustos 2012 Cuma

koşardık biz

biz koşardık bir de. hem de öyle koşardık ki, kimse yakalayamazdı hüzünlerimizi. öyle çocuktuk. otursak ağlasak bir tokatta annemizden yerdik. yanımızda yürüyen gölgeler gibiydi, sayfa sayfa geçmişimiz. biz dursak br çeşme kenarında o bir sigara yakardı. üflerken yaşanmış dumanı, kafasını eğip ateşine bakardı yanan sigaranın. sanat gibi dururdu.

sonra biz bir de koşardık. şehir silinirdi, bulanık bulanık yanımızdan akardı. belki denize bağlanırdı, belki bağlanmaz. düşünmezdik etraflıca.çocuktuk işte, elma şekeri hala kırmızıydı, bize. başka nasıl anlatılır? 3 top dondurmaydı hayat. birini beğenmezdik şüphesiz. ve çok susatırdı, o yıllarda. sen küçük bir nedime olurdun, biz iğde toplardık gömleklerimize. altımızda kontrapedal bir bisiklet...

sonra iner bisikletten biz bir koşardık. dudakların hala pembe, abartısız, kırmızısız. aklımda yer ederdi. aklımda küçüktü hani. şimdiki gibi düşünemezdim herşeyi. ne zaman düşsen aklıma,durup nefes nefese kalmış numarası yapardım. gölgem durur bir sigara yakardı. dizlerini karnına çekip dumanın ağzından çıkışını izlerdi. çocuktuk bir de. çocukluk erik ağacından erik toplamak, o yıllarda. düşenleri yemeye başladığında büyürsün derdi köyün delisi. üşengeç insanlar oluvermektir derdi. sevmezdim deliyi. hepimizden daha akıllı olmasını kıskanırdım. hepimizden daha iyi yaşamasından belkide. durup dururken ağlayabilmesi ve acımasızca gülüşü. o içten gülüşü... gülüşü çıtır çıtır kağıt helva. dondurması bayram pantolonuna damlıyor...

biz koşardık işte. durmamak aklımıza gelmedi. bir gün düşünceli yürüyenler olduk. elimizde erikler, biraz da yerde. azını kuşlar dişlemiş. üşengeçleşiverdik. elma şekeri, elmaymış az da reçel. o kadar da kırmızı değilmiş işte... büyüdüm, her santimimden utanarak.

eren akgül

ben ölüyorum ve gidiyorum



söyleyemedim ki. yumru yumru gelir diline hani, konuşacak olursun. kararır ya gece iyice. ölüyorum demek istersin. nefes alamıyorum diyesin gelir. fakir bir gülümseme otutturursun dudaklarına. işportadan alınmış sahte mallar gibi sırıtır suratında. herkes bilir hani, söyleyemez, utandırırım diye. insan zaten nerde düşünceli olacağını hiç bilememiştir. sonra, "nasılsın" diye sorarlar. "iyiyim" ders
in. ip üstünde yürür gibi dikkatlisin, ne bir fazla ne bir eksik. ne çok duygulu, ne duygusuz. durursun ciğerlerindeki son hava ile ve iliştirirsin kenarına. tek bir sözcük, tek cevap, kesin! "iyiyim"... bir balık ne kadar oksijen taşırsa o kadar iyisindir. bir zaman makinesi ne kadar gerçekse, o kadar iyisindir. ne kadar hayalse o kadar arzuludur iyi olma isteğin, iyi olabilme isteğin. diyemediklerimiz var hayatta. diyemediklerim
iz mezar taşlarımız bizim. tarihleriyle, tüm beyazlıklarıyla, isimleriyle. yürüyoruz işte taşlarımız ellerimizde... söyleyemediklerimizle...

30 Ağustos 2012 Perşembe

30 Ağustos Zafer Bayramı (Fotoğraflarla o adam!)

“Ulusumuz, burada kazanıp kutladığımız zaferden daha önemli bir ödev peşindedir. O ödevin yerine gelmesi, o zaferin de kazanılması, ulusumuzun ekonomi alanındaki başarılarıyla sağlanmış olacaktır. Bilirsiniz ki ekonomik bakımdan çelimsiz bir varlık yoksulluktan kurtulamaz. Güçlü bir uygarlığa gerçek yeniliğe ve mutluluğa kavuşamaz. Toplumsal ve siyasal yıkımlardan yakasını kurtaramaz. Ülkenin yönetimindeki basan da ekonomi alanındaki olanaklarla orantılı olur. Hiç bir uygar devlet yoktur ki ordusundan ve don

27 Ağustos 2012 Pazartesi

pia












akşam çiçeklerinin esintisi...
yorgun balıkçının, yosun kokan iğnesi.
ellerin, biraz uzak bir sahil kasabası,
biraz kumsal ateşi...
pia,
ıslak dudakların tanrıçası...
çekilmemiş o nefes.
yanan sigaram, koşan dalgam.
bakışlarında uçan balonlar,
biraz bulut, biraz umut.
pia!
kaçışların!
ve yorulmalarım...
bir kumsal ateşi, elimde son sigaram.
karşımda o dalga...



eren akgül

eskiye dair bir alıntı

"ona ceketimi verme önerimi reddetti, belki de onun dünyasında mevsim yazdı"

yurt çocuğu

yurt çocuğu teknik olarak bir insan türüdür. araştırmaları devam ediyor bazı evrimciler yurt çocuğunu öğrenci ile öğretmen arasında bir "araform" olarak olarak savunsada bunun şu an sadece bir teori olduğunu unutmayalım. tabiki bazı bilim yandaşları kyk gibi müzelik yerlerde kolayca rastlayabilceğimizi düşünse de dediğimi yinelemek boynumun borcu; devam eden bir araştırmadır... 

aşk üzerine gereksiz bir sohbet

galiba sadece soyut dediğimizde yanılgıya düştüğümüz hayatımızın tuzak sorusu çoktan seçmeli , tek cevaplı inanılmaz sınavlarından biri diyebilirim. aşk , söylerken bile durmadan size bir şeyleri hatırlatan , birilerini yansıtan o eşsiz kelime... bir alıntıyı kafamda derleyerek , kendime göre yorumlayarak devam etmek istiyorum... aslında alıntı değil de bana hissettirdikleri desem daha doğru olur , beni düşünmeye ittiği şey?

durmadan dışarı çıkar ve onu ararız... kimi , neyi? bize ne hissettirmesini isteriz? yahut ne istediğimizi biliyor muyuz? etrafımda aşka inanmayan, aşkı kötüleyen ve beceremeyip aşk yok , ya da bu mu lan aşk diyen o kadar çok insan var ki... ama ben bu olmayan ilişki çöplerimize demek ki aşk değilmiş ki geride kalmış demek istiyorum ...suçu aşka atmak bence ibnelik olur. bence herkesin kafasında bir aşk var. bir tanım ve hatları belli bir hayatının aşkı portresi... hepimiz okulda , bahçede , nette , sokakta , hatta sözlükte onu arıyoruz... ve tanışcağımız günü bekliyoruz demek hata... en büyük hata bu belkide... kafamızda o belli , biz ona en yakını arıyoruz zaten... yani zaten tanıyoruz hayatımızın aşkını.. o zaman topluyorum son olarak..

insanlar bir gün hayatlarının aşklarıyla dışarıda bir yerde tanışmazlar... insanlar zaten tanıdıkları aşklarıyla bir zamanda bir gün bir şekilde karşılaşırlar...


eren akgül

nazım hikmet'i hatırlayınca

basit yaşayacaksın, basit.
mesela susayınca su içecek kadar basit...
dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi...
sevince lafı dolandırmadan söylediğin "seni seviyorum" gibi.
basit bir öpücük yetecek sana...
basit, sıcak bir öpücük; ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm 
düşlerin.
o öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
öpücük için yiyeceksin, hayatının dayağını.
kabak çekirdeği verecek, sana rakamların veremediği mutluluğu.
el yazısıyla yazılmış, eğri büğrü bir mektup olacak,
en değerli kağıdın, hep yanında taşıdığın, atmaya kıyamadığın.
iki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
kısacık olacak uyanman ve yola çıkman arasında geçen süre;
kısacık olacak sıcacık kollara dolanman ve
kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını; bakışların bile 
anlatabilecek kendini.
beklentilerin de basit olacak, kaf dağı'nın önünde bekleyecek 
mutluluklar.
bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana en ucuz romanını;
pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

bir kaşarlı tost olacak aradığın, nasıl oturacağını bilemediğin 
sofrada,
parmakların en kıymetli çatalın, yine, aynı parmaklar çözecek en 
karmaşık denklemleri.
iskender'in kılıcı duracak, avukat rehberinin yanında.
bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana, kontraplak bir gitarda 
doğru basılmış bir fa diyezin mutluluğunu,
makyajı, ilk "a"sına kadar bilmen yetecek, temizlik kokacak en pahalı 
parfümün.
"bilmiyorum" diyebileceksin bilmediğinde ve çok normal olacak 
"bilemeyişin".
tek dereden su getirmen yetecek, bir "istemiyorum" diyebilmeye,
ne durduğu fark etmeyecek abanın altında.
saatin, sadece saati gösterecek,
telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın,
küçük bir not defteri olacak, "bilgini" en hızlı "sayan".
basit yaşayacaksın, basit.
sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit...
çay, simit ve peynirle...



nazım hikmet













domattez'in son yayınında hatırladım teşekkür olsun burdan.

26 Ağustos 2012 Pazar

Úrsula Maria



alıp götürür

ah muhsin ünlü

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu  ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi tül darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

jurnal kısa film ve üstüne karalamalar



birbirine sessizce dokunan hayatlar... birbirinden bağımsız ve kesişen yollar, bu zaten hayatı basitçe tarif etmek aslında. görünmez iplerle bağlıyız birbirimize. bir gülümseme otobüste, hiç tanımasan bile, gevşetir kaslarını, istemsiz sırıtırken bulursun kendini. hiç üzgün birini farkedip düşünmediniz mi, ne hissettiğini? ya da bazen yaşadığınız benzer bir ana gidivermediniz mi? gider insan. belki de gitmeye bu kadar aç olduğu için. belki de hiç gidemediğimiz için. istemez mi insan geri dönüşü olmayan bir yolculuk? cam kenarı, ne tam önde olmalı ne en arka. mümkünse sağda gitmeli insan.  izlemeli akarken pencereden gidemeyenlerin kurduğu hayatı. belki beş saniyeliğine gurur duymalı hatta. 

sessizce değer omuzlarımız diğer insanlarla. öpüşmeye utanırız elbet. ama aynı havayı alır veririz şüphesiz. nefes ise hayatın bir başka tanımı. hayatlar alırız dudaklarımızdan ta içimize ve kendimizinkiyle karıştırır geri veririz. bir biyoloji öğretmeni söylemişti bunu belki birden fazla, farketmez. kalır insanın içinde hep bir hava. biraz kalmalı zaten. tutunacak kadar en azından.

her hayat geçer o otobüste bir yer bulur kendine. bir fahişeyle bir bakire aynı koltuğu paylaşır. kalçaları değer biraz biraz. kimse bilmeden sever veya nefret eder o vasıtada. herkes, her yüze bazı hayatlar yerleştirir. yürütür onları, konuşturur onları hatta seviştirir onları hayalinde. aynı havayı solurlar işte. belki de bu yüzden vardır pencereler, camlar. o kadar karışsın istemez büyük adamlar, yöneticiler. o kadar karışsın istemezler hayatlar, birbiri içine. o yüzden kışın daha kasvetlidir otobüs insanları. çöker onca yaşanmışlık ciğerlerinden, sol yanlarına. açıldı mı yazın camlar, neşelenir insanlar. hafiflerler atınca onca anıyı omuzlarından. ya yaşlılar? açtırmazlar kimseye o camları. kireçlenmiş omuzdan ya da hastalıktan değil! hep öyle söylerler ama inanın bana değil. yaklaştıkça sona, daha fazla dokunmak isterler, daha fazla tutunmak. gitmesin, isterler o hayatlar. sarılıp uyuklamak gibisi var mı? 

birbirine sessizce dokunur hayatlar.sessizce ayrılırlar yandımı "duracak" yazısı. en az kelimeyle olur terketmeler o otobüste. o yüzdendir uyuma numaraları, o yüzdendir okunan kitaplar. daha fazla dokunuştan korkar insanoğlu, korkarız işte. 

eren akgül

bugün sohbet edeceğiz sizinle

Bugün biraz sohbet edeceğiz sizinle. gerçekle bağlantınızı kopardığınız anlar olmuştur kesin. biraz oturup düşünürüz. hatta bazı anlar olur ki sadece oturur düşünürüz. bugün sadece aşklardan değil muhabbetimiz. bazen devletler, hükümetler sıkar canımızı bazen eş, dost, akraba... yahut tutar bir reklam müziği uçurur gider sizi gerilere, eskilere, olduğunuz ama o an olmamanız gereken yerlere. forbidden zone!

bugün biraz konuşacağız. bomboş konuşacağız ama can sıkıntısından değil, beynimizin ağırlığından. her kıvrımında ayrı ayrı can çekiştiğimiz günlük saçmalıklarımızdan. mesela ip atlayan çocukların hırkalarını düzelteceğiz bugün. gidip yanına ben obsesifim, çocuk! düzelt yakanı diyeceğiz. hiçbir şey anlamayacak ama düzeltecek. hergün hiçbir şey yapmadan uyduğumuz kurallar gibi. ya da napalım biliyor musunuz? bugün toplantılarımıza pijamalarımızla gidelim. o james bond tipi çantanın modası geçsin bugün. renkli renkli heybelerimiz olsun. makyaj yapmayalım misal bugünlük. bugün herzamankinden fazla sevişelim bir de. bugün o hiç yapamadığımız fantazileri de konuşalım. sapık mısın oğlum sen diyelim birbirimize, yada kolunu cimcikleyelim arkadaşımızın 'kız sen ne aşifteymişssin' diye kıkırdayalım. yapalım bunu.

devlet dedik ya biz. bak nerelere geldik. suriye'yi bugün gündem dışı etmeyelim. sevgiliden gelen mesajdan daha fazla önemi olsun bugünlük. empati kuralım. mültecileri düşünelim, düşünelim ama iki taraflı. misal çok büyük maddi külfet bize. diğer yandan insani bir gereklilik belkide. arada kalalım. bu arada kalış farklı olsun ama. bu kalış farklı baktırsın gözleri, anlamlı ya da adı herneyse. siyahi başkanı bir kerede biz yorumlayalım örneğin. futbol konuşmak yasak olsun bu gece.

deli gibi içelim sonra. sokağa çıkalım, ilk gördüğümü güzel kıza, ne kadar güzel olduğunu söyleyelim. ama karşılıksız. ama hiçbirşey beslemeden. sadece takdir etmek gibi. yıldızlı pekiyi gibi, kırmızı kalemle. o kız bizi hiç yanlış anlamasın mesela, surat yapmasın, popocuğu nümerik anlamda yerden yükselmesin. gülümsesin bize. biz onu tekrar görmeyelim.

yolun hem sağından hem solundan gidelim bugün. sinyal vermeyelim dörtlülerimiz yansın. ne sağcılar kırılsın bize ne solcular, orta yolcular da onlardanız sanmasın. bu dünya'ya yanlış geldik izlenimi verelim. dörtlülerimizi yakalım, her an arıza verecekmiş gibi korksunlar bizden. bilmiyorum bugün farklı geçsin işte diğerlerinden. bilmiyorum bugün bizim resmi tatilimiz olsun. ama olsun ...

eren akgül