5 Aralık 2017 Salı

voldemort

Sus dedim. Anlatacağım. Belki de en çok sana anlatacağım. Sabahlara dek, geceler boyu. Ama şimdi değil. Anlayacağından değil tabii ki. Dinleyeceğinden de değil elbette. Ama anlatacaktım. İnsanın yaşlanmayla ilgili tek problemi nedir aslında? Yüzünde ki kırışıklıklar mı ağaran saçlar, yavaşlayan refleksler mi yoksa ve dahası? Bence problem olan herşeyi bilmeye başlaması yavaş yavaş. Neler olacağını, neler söyleneceğini. Bu sanki çok heycanlı bir filmi yarısında durdurup ben bunu izlemiştim demek gibi.. Bende bu sebeple sus dedim. Anlatacağım. Önce filmini izle, mısırına dokunmadın bak hala, biran ha ılıdı ha ılıycak. Sesi bir tık upla arkana yaslan ve izlemeye devam et. 
....

Etmedi, anlamadı.

the end

eren akgül

20 Kasım 2017 Pazartesi

Sona'ya sık sık



Beynimi bir satranç tahtasının ortasına atıvermişler gibi hissediyorum bir süredir. Daha önceki mektuplarımda da bahsettiğim gibi çok mutsuzum Sona. Tarifsiz, bir o kadar da anlatmaya, içimi dökmeye aç... Tezat olansa gitgide sessizleşiyorum. Küçükken denize fırlattığımız taşları hatırlar mısın? Dalga dalga yayılıp yok olurdu. Yok olana kadar bekler izlerdik sebepsizce. Sesim, sosyal yaşantım o dalgalar gibi büyüye büyüye yayılıyor ve ben kaybolana kadar izleniyorum Sona. Hergün ama hergün o boktan şehrin boktan dağına, doruğuna varıp da karşılaştığım o güne lanetler okurken buluyorum kendimi. Tanrının cezası hergün!

Bunca yılın ardından bir hoşçakalı bile haketmediğimi görmek beni sadece biraz daha yaşlı hissettirdi. Güzel Türkçemin her iki anlamıyla da... Arkasını dönüp gidemiyor insan. Bazan gidemiyormuş yada. Önün, arkan, sağın, solun sobe olmuşsa demek ki. Ondandır diyorum. Gündemi takibi bırakalı çok oldu. Reisi Cumhur her yere kafa tutmuş.  Euro anasının nikahına uçmuş, bir yerler yine kınanmış ve çok daha fazlası... Bunların hepsi yaşayan insanları ilgilendirir ya da düşünen sağlıklı bireyleri. Ben ne sağlıklı, ne düşünebilen ne de birey gibi hissediyorum. Bunların hepsinin hayalperestliğimin bir cezası olduğunu anlamaya başladım. Her şeyin bir ücrete tabii olduğu bu ülkede hayal kurabileceğimi düşündüren kimdi, neydi bana Allah aşkına! Anaokulu öğretmenim mi? Onun da amına koyayım!

Peki hadi aşkı geçelim. Peki ya dostluklar, peki ya arkadaşlıklar. Bunlar da sevdaya dahil mi değil mi? Bunu söylemeden gitmiş Cemal abi. Yani Sona; dostluk da mı yok? Yani senelerden bahsediyoruz burda. Buna kafayı takan bir ben miyim? Evden, okula-işe çıkar gibi çıkılmaz ki hayattan. 

Bilemiyorum Sona, bilemiyorum. Ne diyeceğimi yahut ne yapacğımı. Ne düşüneceğimi... Birgün çıkıp karşına "beni hatırladın mı?" dese. "pardon çıkaramadım" demek geçmiyor içimden, sesimi kısıp "aklımdan" diye...


Eren AKGÜL

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Uçarım




Uçurumu tarif et demişti yaşlı adam.

Toprak, hergün sokakta, kahvede, okulda, işte insanları küçümsüyor. Dünyada bir tek o acı çekiyor ve ölüyormuş gibi bitkin bitkin dolanıyordu. Tezahür edemediği bu insan kalabalığının mutluluklarını anlamlandırmaya çalışırken bol bol tütün serpiyordu ciğerlerine ve üstüne eğer soğutmamışsa demli bir de çay. Şikayetlerini bir bir gömlek cebinden çıkarıyor atıyordu isminin çok sonra Adem olduğunu öğreneceği yaşlı adamın kucağına... 

Peki yalnızlık neydi? Yalnızlık iş çıkışı halı saha maçına çağırılmamak mı yoksa üst komşuların senden habersiz fal bakması mıydı? Cadde de saklambaca katılamamak mı yoksa çalışan ebeveynleri etrafı dağıtamadan evde beklemek mi? Çok daha basit olmalıydı. Böyle komplike değil. Daha basit, daha berrak. İçinin sıkılması gibi de değil. Yahut göğsüne bir öküzün oturması da... Çok daha ağır çok daha naif olmalıydı. Herşeyden önce çok daha sessiz. Doğru kelime bu olmalı dedi, Toprak. "sessiz". Kalp atışını duyabilmekti ve bunu duyduğuna her güplemede sövmek. Belki de bu sebepten gürültülü yerlerde alıyordu herkes soluğu.  Belki de bu yüzden kaçar adım koşuyorduk şehrin en boğucu caddelerine, bile bile... Bunu düşünürken elleri buz gibi oldu. Elleri emekliliğine 3 yıl kalmış polis seriliğinde  ceplerini aradı. Pakedini yokladı içinden bir mermi çekti ve ateşledi. Rahatlamış gibi bir nefes verdi, ısınmış gibi sigarasına baktı göz ucuyla, özellikle ucuna, kora. Ama hiçbir şey değişmemişti ve bir an olsun rahatlamamıştı. "Dudak tiryakiliği" diye basitleştirdi Adem amca bu konuyu ve havaya savurdu, öylesine. Sırf bir şey söylemek için söylenen cümleler listesine eklendi. Üstüne denebilecek laf bırakmayanların yanına kaldırıldı. 

Yaşlı adamı hiç sevmedi Toprak. Ama gitmesinden de korktu. Korkmaz mı insan ama? Bir uçurumun kenarında hele. Hem randevusu mu vardı sanki ölüme. Kesinlikle biletsizdi. Yoldan binecekti. İlk gelene.Spontane... Erteleyebilirdi. Yaşamının her anında yaptığı gibi. Sadece o değil, herkesin... Lise de okuduğu Temelkuran eserini düşündü sonra. Neydi o yalnızlıkla ilgili kısım. Altını çizdiği hani. Tek tek toparladı. "insan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde; korkma desin diye." Bir çırpıda olmasa da, hatasız içinden geçirdi. Belki dudakları da kımıldadı. Evet korkuyordu.

Yaşlı adam tekrarladı, Adem olan. Uçurumu tarif et! Yükseği!

Eren AKGÜL

21 Mayıs 2017 Pazar

-Tsuru no Sugomori−

"Bazılarının yüreğe iyi gelen bir yanı vardı,armağan gibiydiler.." 

Daha ne kadar kan kaybedebilceğini bilmediği akşamlar vardır insanın. Uyumak için yenik düşmesi gereken uzun günler ... Issız bir adaya düştükten sonra yanına almadığı 3 şey için pişmanlık duyulan gün batımları.

Nereden başlayacağımı bilmemekle beraber, güzel bir günden bahsetmek için zihnimi sorguluyorum. Muhtemelen kimsenin sikinde olmayan ama ne hikmetse birkaç kendini bilmez japonun çok seksi bulduğu bir dağ hatırlıyorum. Boynu zeminle 70 derece açı yapacak şekilde yürüyen bir kız çocuğu bir de... Her adımda bir duble daha kadın olan, bir kız çocuğu. Sadece baktığımı hatırlıyorum, zannediyorum. Gittiğini değil, geldiğini varsayıyorum. Her hareketini anlamlandırıyorum, biraz süt ekliyorum, azıcık tarçın ufalıyorum. Çocuklarının ilk adımlarını izleyen ebeveynler kadar gülümseme yayılıyor suratıma, azıcık da marmelat. 

Kar topu oynuyorum çocukluğumla. Soğuktan hasta olursun diyecek bir annem yok, ya da akşam ezanını kaçırdığım için kızacak bir babam. Şairliğe terfi ediyor biraz içiyorum hatta. Herkese ondan bahseder buluyorum kendimi.Bunu bir meyveye benzetecek olsam kesinlikle"güneş" olurdu. Bir yılbaşında sarhoş olmayı umuyorum, Bunu Dali'ye çizdiriyorum, tablonun adı "en sarhoşluğum". Sabah uyandığımda yok olacak bir tablo. Sürekli konuşuyorum bir de o zamanlar. Dağarcıklarımı ceplerine dolduruyorum. Belki akşamdan az sonra, geceden çok daha önce açılıyorum hayatımın en anlamlı serüvenine. Sonra Orhan Pamuğun 6 yıl çalışıp, kitabına neden şöyle bir cümleyle başladığını anlar gibi oluyorum. " Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum". 

Gözlerini benden kaçıran bir kız çocuğuna, birini sevmek için o kişiye ihtiyacımızın olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Anlamış gibi yapıyor. Bir doktorun "3 günlük ömrün kaldı" klişesini yaparken yaşadığı sıkıntıyı bedenime zerk ediyorum. Bunu yaparken nöbetinin bitmek üzere olan bir hemşire kadar gergin ve stresli olduğumu hatırlıyorum.

Derken karamsarlıkların üstüne bir güneş doğuyor. Heyecandan 2 sigara içtiğimi hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa bir otobüs muavinine sevgiyle baktığımı anımsıyorum. Büyük ihtimalle bahar geliyor, zaten aylardan da ocak. Başka ne olabilir ki?

Uludağın eteklerinde bir kız öpüyorum daha sonra. Tadı gökyüzü gibi belki çok azıcıkta bulut üstüne. Tercihen bembeyaz. Yağmurlu bir akşam sonra, eski bir plak gibi. Arasıra takılan ama sesi çok derinden, çok net. Annesini arıyor elleri avuçlarımda. Yangında ilk kurtarılacaklar listeme ekliyorum. 

Tüm bunlardan bahsetmek biraz şey gibi. " Otopsi". Ne kadar soğuk bir kelime oysa. Bir ton hatıra, birkaç resim. Sırayla gelip toprak atıyor en yakın arkadaşlar. Buna dertleşmek diyoruz. Daha çok yalnız kaldığımızda galiba...

Neyse ne diyordum. Lara' da genç bir kızla buluşuyorum yine. Olabildiğince yaramaz, bir o kadar gece çökmüş saçlarına. Hiç tanımadığımız bir çiftin az ilerisinde düşüncesizce sevişirken yakalıyorum hatırayı. Bir mezarın kenarında alıyoruz soluğu, muhtemelen ben şımarıyorum, o ise hayatının en güzel pozunu veriyor. Bunu bir kayaya kazıyorum. Bir carettanın ayak ucunda eteğini sıyırıyorum. Ay biraz kızarıyor, o hiç utanmıyor. Bunu Dali'ye anlatmıyorum. Bir sigara paketini mıncıklayıp, Ateş soruyorum. 

Dünyanın en karanlık yolunda sarhoş koşuyoruz sonra. Bir çocuğun 2. yürüme anı gibi sendeliyoruz bir o kadar da mutlu. Bunu ona hiç söylemiyorum. 

Anlatacak o kadar şey var ki aslında. Bir kızgınlık duygusu giriyor aniden. Sol omzumdan tüm vücuduma yayılıyor. Goethe'yi hatırlıyorum böyle zamanlarda. Faust'u... "neden ki bu amaçsız yaratılış, yok olcaksa bir gün her yaratılmış?" Kızgınlığım iyice artıyor, yalnızlığı göt cebimden çıkarıp masanın üstüne koyuyorum. 

Odaya yayılıyor tüm kokusu. içime çekiyorum.Gözlerimi kapatır kapatmaz, gidişin geliyor aklıma. Ayak izinin az ilerisinde bir sigara yakıyorum. Uğurlayamıyorum. Bir başkasından rica ediyorum. Her gidişin arkasından el sallamak gibi bir rahatsızlığı var insanoğlunun. Hatıraları en çok da gülüşleri ovalayarak çıkarmak ister gibi zamandan, bir sağa bir sola giden eller. Kirlenmiş avuç içleri...

Burukluğu anlatacak kadar alim olamadım. Ama yaşayacak kadar büyüdüm galiba. Yine de bu gidişin gerçekten bir yokoluş olacağını varsayamadım. Bunu ön görebilmiş olsaydım, onu asla bırakmazdım. Ve kesinlikle can kenarı bir bilet almazdım, eminim. 

Şimdi yine gidecek diyorlar. Göç mevsimi başlamış, mevsim nerdeyse yazmış.Umut, bulut olmuş, ardına rüzgar gizlenmiş. Soru şu; uğurlanan sen mi, ben mi, yoksa biz mi? Kaç adım uzaklaşabilirsin ve ben yüze kadar ne kadar hızlı sayabilirim, kapatıp tüm çocukluğumla gözlerimi. Sandıklarımızı mı sırtlanacağız yoksa sandıklarımızı yaşamaya devam mı  edeceğiz? Dudaklarının arasına sıkıştırdığın heybende neler var, söyleyemediğin? Suskunluğuna kaç  Titanic çarpacak?  

Daha ne kadar kan kaybedeceğini bilemediği anlar vardır insanın. Uyumak için batması gereken aylar. Her baktığında yer değiştiren yıldızları vardır gökyüzünün. 

Bu sebepten, önce gözlerini unutacağım, sonra saçlarını, ardından belini ve ellerini. Gülüşünü uzun süre aklımda tutmaya çalışacağım. 

Yine dediğim gibi uğurlamayı beceremem. Bunu başka birinden rica edeceğim. Nermin Yıldırım'ın; saklı bahçeler haritası'nda kurduğu cümleler, gevelediklerimin özeti mahiyetinde adeta. 

"sakın üzülme. üzülme ve bil ki dünya dediğin lüzumsuz bahçe, bazen her yer, bazen tek bir yer, bazen de hiçbir yerdir. İnsan dediğin kötü tohum, bazen her şey, bazen tek bir şey, bazen de hiçbir şeydir. Ama tuhaf olan bu değildir behiye. Bu işteki asıl acayiplik, öyle ya da böyle oluşunun aslında hiç fark etmeyişidir. Ve işte tam da fark etmediğini fark ettiğin o nefti anda, alemin ritmi bozulur, içi boşalır, bir güvercinin karda bıraktığı ayak izlerine dönersin. Sonra azıcık kar yağar, silinirsin. Böyledir. Yani bütün uzun hikayeler bu kadarcıktır aslında. Ne kadar uzun başlarsan başla, sonunda hep kısacık bitersin. Bir rüyadan öbürüne devrilirken birdenbire nefesin kesiliverir. Ne bahçe kalır geriye, ne çiçek ne de tohum. Bitersin." 

Eren AKGÜL